Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas Mişaulis’in anısına Akropolis’teki Kavazoğlu ve Mişaulis Derneği’nde gerçekleştirilen etkinlikte AKEL Polit Büro Üyesi ve Lefkoşa-Girne İlçe Sekreteri Stefanos Stefanu tarafından yapılan konuşma
Her yıl Kavazoğlu ve Mişaulis’in anısına gerçekleştirilen etkinlikler tipik etkinlikler değildir. Çok yönlü öneme sahiptirler. Her şeyden önce manevi boyutu olan bu etkinliklerde fanatizmin, milliyetçiliğin ve antikomünizmin kurbanı olan iki yoldaşımızı saygıyla anıyoruz. İki yoldaşımız da görevlerinin tehlikelerini biliyorlardı. Ancak onların inandıkları değerler ve idealler karşı karşıya oldukları tehlikelerden daha güçlüydü. Bunun için de onlar yurtseverlik görevlerini yerine getirirken hiç duraksamadılar, tereddüt etmediler. Che Guevara’nın dediği “ateş olup seni yaksa da, bir rüya için var olmaya değer” sözünü onlar pratikte uyguladılar.
Kıbrıs’ın ve AKEL’in iki kahraman şehidini onurlandırmanın derin tarihi bir boyutu da vardır. Sağ’da hâkim olan söylemde -bazı istisnalar hariç- hiç dile getirilmeyen gerçek olayları anımsatarak bizi geçmişe götürmektedir.
Kostas Mişaulis AKEL ve PEO kadrosuydu. Derviş Ali Kavazoğlu partinin Merkez Komitesi’nin üyesiydi. O dönemde -1965’te- bir Kıbrıslıtürkün 1963-64 toplumlararası çatışmalarının hemen ardından oluşan Kıbrıstürk gettolarının dışında kalması, Türk ve Kıbrıslıtürk liderliğe, mevcut düzene karşı çıkıp, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar arasında dostluk ve işbirliğinin gelişmesi için çalışması çok cesaret isteyen ve aynı zamanda tehlikeli bir hareketti. Kavazoğlu yaşamının tehlikede olmasını göze alarak bunu yaptı.
Kıbrıslıtürklerin gettolarda kapalı ve tecrit halinde olmaları Kıbrıslıtürk Sağ liderliğin siyasi tercihi ve hedefiydi. Bu, toprağın ve nüfusun bölünmesini, taksimi öne çıkarmak ve sonuçta yaşama geçirmek için Türkiye’nin ve Kıbrıstürk liderliğinin yaptığı planların bir parçasıydı. Daha 1962’de Rauf Denktaş taksim için aceleleri olmadığını, bunun için fırsatın kendilerine sunulmasını bekleyeceklerini söylüyordu.
Kıbrıslıtürklerin tecrit edilmesi politikasını liderlikleri daha sömürgecilik döneminde başlattı ve EOKA’nın faaliyetlerinin başlamasıyla yoğunlaştırdı. Volkan ve ardından TMT gibi örgütler iki toplum arasında kin ve düşmanlığı körüklüyorlardı. Bunun doruk noktası 1958’de toplumlar arası çatışmaların başlaması oldu.
O dönemde Kıbrıstürk liderliği ve TMT Kıbrıslıtürklerin PEO’dan ve Sol’un diğer örgütlerinden uzaklaşmaları, Kıbrıslırumlarla işbirliğine son vermeleri için terör estiriyor; saldırılarında solcuları, yurtseverleri hedef alıyor, öldürüyordu.
1958’de PEO’nun Kıbrıslıtürk lider kadrosu Ahmet Sadi’yi ve eşini öldürmeye teşebbüs ettiler. Aynı yıl (Kavazoğlu’nun köşe yazılarının sıkça yayınlandığı Sol gazete İnkılapçı’nın sorumlusu olan) Fazıl Önder’i, Ahmet Yahya’yı, (inşaat işçileri sendika komitesinin üyesi) Hasan Ali’yi, Ahmet İbrahim’i ve daha başkalarını da öldürdüler.
Bu terör ortamında pek çok Kıbrıslıtürk PEO’dan ayrılmak, hatta yurt dışına gitmek zorunda kaldılar.
Bu bölücü politika bağımsızlığın ilanından sonra da devam etti. O dönemde TMT, yurtsever “Cumhuriyet” gazetesinin sahip ve yazarları Ayhan Hikmet ve Ahmet Gürkan’ı öldürdü.
Türkiye’nin ve Kıbrıstürk liderliğinin bu bölücü ve şoven politikasının karşısında Kıbrısrum liderliği ve Kıbrısrum Sağı doğru tutumlar ortaya koymadı. Bölücü politikalara Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin mücadelelerini birleştiren ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını güçlendiren politikalarla yanıt vereceğine, Yunanistan’la birleşme politikasını öne çıkardılar. Kıbrısrum Sağı imzaladığı bağımsızlığa inanmadı, onu Yunanistan’la birleşme için bir basamak gibi gördü.
Kıbrıstürk Sağı taksimi, Kıbrısrum Sağı enosisi hedefliyordu. Kıbrıs’ın şartlı ve güdük bağımsızlığı iki toplumun da Sağ güçlerinin ve aynı zamanda “anavatanlar”daki hâkim güçlerin gayrimeşru çocuğu oldu. “Üvey ana” Britanya da zamanı –ve şovenlerin politikalarını- kullanarak kendi emperyalist planlarının değirmenine su taşıtıyordu.
Bağımsızlığı güdükleştiren şartların ve taahhütlerin ortadan kaldırılıp bağımsızlığın tamamlanması tezini AKEL 1962’den itibaren programında dile getiriyordu. Bu hedefe ulaşabilmek için –başka önkoşulların sağlanmasının yanı sıra– Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak vatanını desteklemek için ortak mücadele cephesinin inşa edilmesi gerekiyordu.
AKEL, emperyalist planlara karşı koymak için, iki toplum arasındaki anlaşmazlıkların aşılması için, giderek güçlenen milliyetçiliğe ve şovenizme karşı koymak için, ortak mücadele gereksinimini sürekli olarak vurguluyordu. AKEL ve Halk Hareketi’nin kadroları Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ilişkilerinin iyileşmesi mesajını Kıbrıs’ın her yerine ulaştırmaya, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı halkı harekete geçirmeye çalışıyorlardı. Bu hiç durmadı. Hatta AKEL’in yanlış bir biçimde hareket edip bağımsızlığın tamamlanması hedefini terk ederek, yersiz enosis sloganına döndüğü dört yılda bile, bu durmadı.
Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak mücadelesi için yapılan çalışmalarda en önde yer alanların başında Derviş Ali Kavazoğlu geliyordu. Yaşamına yönelik tehlikeleri ve tehditleri hiç sayarak, Kıbrıslıtürk köyleri ziyaret ediyor, Kıbrıslıtürklere hitap ediyordu. İlham dolu ateşli konuşmalarıyla onları Türkiye’nin ve Kıbrıstürk liderliğinin taksimci politikasını izlememeye çağırıyordu. Etnik kine, şovenizme karşı direnmeye, iki toplumun birbirlerini anlamaları için onları ortak dili aramaya çağırıyordu.
Kavazoğlu’nun bu ilerici ve yurtsever tutumu Kıbrıslıtürk şovenleri öfkelendirdi. Başka Kıbrıslıtürk solculara ve yurtseverlere yaptıkları gibi, onun da kesin ve nihai bir biçimde ağzını kapatmanın yollarını arıyorlardı.
Kavazoğlu saklanmak zorundaydı. AKEL onu korumak için mekanizmasını harekete geçirdi. TMT tarafından katledildiğinde, Kavazoğlu bu semtte, AKEL kadrosu Hristofos Conis’in evinde saklanıyordu. Onu korumak için bu zor görevi bu bölgeden ve başka yerlerden AKEL kadro ve üyeleri üstlendi. Zor bir görevdi, çünkü o dönemler çok zor dönemlerdi. Zordu, çünkü Kavazoğlu kimi kez sabırsız ve endişeliydi, hatta her zaman bütün korunma önlemlerine ve işlemlerine uymadığı da oluyordu.
O lanetli günde de öyle oldu. Kavazoğlu iyi arkadaşı ve yoldaşı Kostas Mişaulis’le Larnaka’da siyasi çalışmaya gitmeyi kararlaştırdı. Tarih 11 Nisan 1965’ti. Zenon’un kentine giden yolda, Koşi mevkiinde TMT’ci katiller onlara ölüm pususunu kurdular. Omuz omuza can veren Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas Mişaulis Kıbrıs kahramanları arasında yerlerini aldılar. Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin dostluğunun kahraman şehitleri oldular.
Kavazoğlu ve Mişaulis mücadelenin sembolü oldular. Onları katledenler ise tamamen insancıl, asil düşüncelerin asla ölmeyeceklerini hiçbir zaman anlamadılar. Kavazoğlu ve Mişaulis’i öldürerek, Kıbrıs halkını ve AKEL’i iki yiğit mücadeleciden, iki değerli evladından mahrum bıraktılar. Kavazoğlu ve Mişaulis ülkemizin yeniden birleşmesi ve Kıbrıslrumlar ile Kıbrıslıtürklerin barış içinde birlikte yaşamaları mücadelesinin bayrağı oldular.
İki kahraman şehidin kanı Kavazoğlu’nun çok sevdiği ve sıkça söylediği Nazım Hikmet’in şu mısralarını doğruluyordu: “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
İki AKEL’cinin fedakârlıkları karanlıkları aydınlığa çıkardı. Şovenizmin barbarlığını gözler önüne serdi. Kıbrıs’ın yıkımını planlayan emperyalizmin insanlık dışı niteliğini bir kez daha gösterdi. Taksimin getirdiği yıkımı gösterdi.
İki AKEL’cinin fedakârlıkları Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak mücadelesinin ne kadar gerekli olduğunu gözler önüne serdi. Sadece ve sadece, yabancı orduların ve üslerin olmayacağı, ülkenin iç işlerine müdahale haklarının ve bağımlılıkların olmayacağı, özgür bir vatanda birlikte ilerlediğimiz takdirde, Kıbrıs ve halkının geleceğinin olabileceği gerçeğini ışığa çıkardı.
Emperyalizmin adayı kendi kontrolüne almak için yaptığı planlarla, iki toplumda da şovenlerin yıkıcı faaliyetleri sonuçta Kıbrıs trajedisine yol açtı. Elbette bunda belirleyici rolü Atina Cuntası’nın ve EOKA-B’nin hain darbesi ve barbar Türk istilası oynadı.
Yoldaşlar, dostlar,
Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak vatanı için Kavazoğlu ve Mişaulis’in vizyonu nihai hedefine ulaşmamış olmaya devam ediyor. Yurdumuzu ve halkımızı bölen 1974’ün kara yazından kırk bir yıl sonra işgalin oldubittileri Kıbrıs’ın bedenini kanatmaya devam ediyor.
Türkiye taksimi kalıcılaştırmak ve güçlendirmek için zamanın verimsiz bir biçimde geçmesini kullanıyor. Yasa dışı bir biçimde nüfus taşınması, Kıbrıslırumların mülklerinin satışı ve bunlar üzerine yoğun inşalar, işgal altındaki bölgede halkımızın kültürel mirasının uğradığı yıkım, Kıbrıslıtürklerin yurtdışına göçü çözüm ve yurdumuzun yeniden birleşmesi perspektiflerini zorlaştıran olaylardır. Zamanın geçmesinin çözümden yana değil, çözüm aleyhine işlediği açıktır.
Kıbrıs sorununun çözümü için çabaları yoğunlaştırmamız gerekmektedir. Federasyon çözümüne gizli ya da açık bir şekilde karşı olan kimilerinin iddia ettikleri gibi, çözüme ulaşılamamasının sebebi iki bölgeli iki toplumlu federasyonu hedeflememiz değildir. Sebep, esas olarak Türkiye’nin uzlaşmaz ve retçi tutumudur.
İşgalci gücün uzlaşmazlığına verilecek yanıt, iki toplumun 1977’den itibaren üzerinde anlaştıkları federasyon hedefinin değiştirilmesi değildir. Federasyon hedefinin terk edilmesi Türkiye’ye yapılacak en iyi hediye olacaktır ve böylece Türkiye Kıbrıs’ın taksimi tezini artık resmen öne sürme fırsatını bulacaktır.
Türkiye’nin politikası karşısında verilmesi gereken sonuç verici yanıt, BM’nin Kıbrıs’la ilgili pek çok kararında öngörülen, belirtilen ve üzerinde anlaşmaya varılmış olan çözüm zemininde ısrar etmek ve bunu tutarlılıkla savunmaktır. Kıbrıs sorununun iç boyutlarının çözüleceği müzakereler aracılığıyla barışçıl çözümün sağlanmasında ısrar etmemizdir. Kıbrıs sorununun iç boyutları hakkında anlaşmaya varıldığı takdirde, sorunun uluslararası boyutu BM gözetiminde toplanacak uluslararası bir konferansta çözülecektir.
Kıbrıs sorunu aylardır bir durgunluk içerisinde ve müzakereler donmuş durumdadır. Durgunluk çözüm hedefine hizmet etmemektedir. Bunun için Kıbrısrum tarafı çözüm yönünde sürekli olarak hareketliliğin olmasını hedeflemelidir. Özlü müzakerelerin yapılmasını hedeflemelidir. Uluslararası faktörün, işgal altındaki bölgede “seçimler”in yapılmasının hemen ardından müzakerelerin yeniden başlamasını arzuladığı bu aşamada giderek daha da açık bir biçimde görülmektedir. Biz de müzakerelerin yeniden başlamasını istiyoruz; ancak bu, Türkiye şantajlarına, tehditlerine ve tahriklerine devam etmediği takdirde olabilir. Müzakerelerin yeniden başlamasına Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını uygulamasıyla ilgili her hangi bir tenzilat refakat etmemelidir. Özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi Münhasır Ekonomik Bölgesi’ndeki doğal kaynakları araştırma ve değerlendirmesine ilişkin egemenlik hakkından söz ediyorum.
Uluslararası faktörün nihayet Türkiye’ye yönelmesini, nüfuzunu uygulamasını ve Kıbrıs sorununun çözümünden Türkiye’nin de önemli yararlar sağlayacağını Türkiye’ye göstermesini talep etmeliyiz.
Bütün çabaları olumsuz yönde etkileyen küçük siyasi ve partisel hesaplara son verilmeli, tarafımız politikasında tutarlı olmalı ve aktif rol oynamalıdır. Bir yandan çözüm yönünde samimi isteğimizi ve irademizi gösteren inisiyatifler üstlenmeli, diğer yandan da çözüm yönünde hareket etmeleri için Kıbrıstürk toplumu ve Türkiye için motivasyonlar yaratmalıdır. Doğal gaz faktörü böylesi motivasyonları sunabilir. Tezimiz, Türkiye ve Kıbrıstürk toplumunun çözümden sonra bundan yararlanabilecekleri yönündedir.
Yoldaşlar,
AKEL, ülkemiz ve halkımız karşısında tarihi sorumluluklarını üstlenmekten asla korkmadı. Tarihin her kritik dönemlerinde daima halkın çıkarlarını ölçüt alarak öne çıktı. Öne çıkarken savunduğu tezlerin kulaklara hoş gelip gelmediğine bakmadı ve bakmıyor. Ancak halkın duygularını da hiçbir zaman göz ardı etmedi ve etmiyor.
Etnik kin, milliyetçilik ve şovenizm doruktayken dahi AKEL, Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak vatanları için birlikte mücadele etmeleri gereksinimi hakkında konuşma cesaretini gösterdi.
İstilanın hemen ardından, binlerce insanın evinden, barkından olduğu, öldürülenlerin ve kayıpların olduğu günlerde, AKEL, düşmanın Kıbrıslıtürkler değil, Atilla ve Türk işgali olduğunu haykırma cesaretini gösterdi.
Başkaları Kıbrıslıtürklerle temas ve ilişkilerin ihanet olduğunu söylerken, AKEL iki toplum arasında yeniden yakınlaşma bayrağını yükseklerde dalgalandırdı.
AKEL, iki bölgeli iki toplumlu federasyonu cesaretle savunmaya devam edecektir. Çünkü sadece bu, işler ve yaşayabilir bir çözümü sağlayabilecektir. İşgali sonlandırıp, Kıbrıs’ı ve halkımızı yeniden birleştirecektir. Bu çözüm çerçevesinde -BM’nin belirttiği gibi- tek egemenlikli, tek vatandaşlıklı ve tek uluslararası kimlikli bir devletimiz olabilecektir. Tüm halkın insan haklarının ve temel özgürlüklerinin güvence altında olacağı bir devletimiz olabilecektir.
İki yoldaşımızın fedakârlıklarını anmak için yapabileceklerimizin en iyisi bu olacaktır.