Home  |  Konuşmalar   |  AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun “Kara Günlerin Yıldönümü” Etkinliğindeki Konuşması

AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun “Kara Günlerin Yıldönümü” Etkinliğindeki Konuşması

Kara Günlerin Yıldönümünde Yapılan Etkinlikte AKEL Merkez Komitesi Genel Sekreteri Andros Kiprianu Tarafından Yapılan Konuşma

Yunanistan’ın Kıbrıs Büyükelçisi Lagakos’a Cunta’cı subay “Gitsin Makarios, varsın ben yanan Lefkoşa’yı demir parmaklıklar ardından göreyim” diyordu. Radyoda “Altın iplik ve iğne, kim ceza verecek katile” şarkısının radyoda çaldığı anda “bugün Ulusal Muhafız Ordusu müdahalede bulundu” sözleri duyuldu.

Her yıl bu günlerde o dönemde yaşananlar hafızalarımızda canlanır. Duyulan siren sesleri. Tank paletlerinin sesleri ve “Ulusal Muhafız Ordusu duruma hâkimdir. Makarios öldü” sözleriyle yapılan açıklama. Cunta’cı emir “Tümüne ateş edin” ve Sampson’un “silahlı kuvvetler tarafından onurlandırılarak bugün yönetimi üstleniyorum” sözleri. Siren sesleri. “Sonuna kadar direneceğiz, Cunta’ya geçit yok”.

Ardından istilanın hançerlemesi ve yapılan “olağanüstü savaş hali açıklaması”. Bugünlerde hafızalarımızda canlanan görüntüler ve sesler. “Lanet olsun bunları yapanlara” diye haykırarak ağıt yakan ana. Elinde bir fotoğrafla bekleyen çocuk. Çadırlar ve erzak kuyrukları. Yerlerinden edilen insanların acıları ile dolu kamyonlar. Bugünlerde kulaklarımızda çınlayan Makarios’un sözleri “ihanete uğrayan ve acı içerisindeki halk… Cunta düştü, ama Kıbrıs için kötü olan oldu ve Kıbrıs trajedisinin son sözünün ne olacağını bilmiyorum”.

Kim ve nasıl unutabilir? Yüzlerce yiğit insan en ön safa koştular ve faşizmin yolunu kanlarıyla kapadılar. “Muskos öldü” diye bağırarak sevinen ve “komünistlere ölüm” diyerek ateş açan, direnişçileri hapseden bir avuç namerdin yolunu kanlarıyla kestiler.

“Taksim için acele etmeyeceğiz. Bekleyeceğiz. Bize bunun fırsatını sunacaklar” diyordu 1962’de Rauf Denktaş. Sonuçta öyle oldu. NATO, ABD ve Türkiye kendi jeopolitik çıkarlarına hizmet için adamızın bölünmesini istiyorlardı.

“Kissinger’in yeşil ışık yakmasının ardından Yuannidis kendinden emin bir şekilde 15 Temmuz’da Kıbrıs’ta Makarios’a karşı müdahalede bulundu, dolayısıyla Kıbrıs sorununu Kissinger yarattı… Esas suçlu olan Makarios çünkü o Kıbrıs’ı NATO’ya soksaydı bunların hiçbiri olmayacaktı” sözleriyle Pattakos’un bizzat kendisi işlenen cinayette Cunta’nın ve teşvikcilerinin rolünü itiraf ediyordu. Bu cinayetin planını emperyalizm yaptı ve infazını Cunta, Grivas ve EOKA-B üstlendi. Darbenin siyasi, askeri, örgütsel ve ideolojik hazırlığı 1974’ten önce başlamıştı. Darbe öncesindeki dönemde cephanelerin çalınması, siyasi cinayetler, antikomünist hezeyan sürekli gündemdeydi. P. Yorgacis ve Papapostolu tarafından koordine edilen cinayet planlarının daimi hedefi “Gitmesi gereken despot” Makarios’tu. Cunta’nın, Grivas’ın ve EOKA-B’nin ardarda hazırladıkları darpe planlarının daimi hedefi Cumhuriyet’in yok edilmesiydi.

Demokratik olarak seçilmiş Başpiskopos Makarios ve izlediği bağlantısız politika ABD ve NATO’nun arzu ettikleri şekilde Kıbrıs sorununun çözümünün önünde ciddi engeldi. Kıbrıs’ın aleyhine işlenen çifte cinayette dışta herkesin rolü ve tutumu aynı değildi. Bir yanda Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yok etme ve ülkemizi bölme planları yapan ABD ve NATO, diğer yanda Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunan Sovyetler Birliği vardı. İçte de herkesin rolü ve tutumu aynı değildi. Bir yanda barış içerisinde bir arada yaşama temelinde Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak evi Kıbrıs Cumhuriyeti vizyonuna bağlılıkla AKEL ve Kıbrıs halkının ezici çoğunluğu Makarios’un bağlantısız politikası etrafında kenetlenmişti. Diğer yanda Cunta’nın emirlerini uygulayan faşistler, bir avuç EOKA-B’ciler Kıbrıs’ı içten içe kemiriyorlardı. Bir yanda Cumhuriyeti ve yurdu savunmak için canlarını dahi feda etmeyi göze alan binlerce onurlu yurtsever, diğer yanda ellerindeki kalaşnikoflarla savaşçı rolünde ortalıkta dolaşan ancak Türk askerleri Girne’ye girdiğinde Troodos’ta saklanacak delik arayan küçük bir azınlık. Onlar Troodos’ta saklanmaya giderken, solcuları silahsız bir biçimde savaşın en ön cephesine gönderiyorlardı. Onlar ihanete uğrayan halkımızı infaza gönderirken, darbeci süper Helenlerden kimileri seferberlikten kaçmak için doktor ve hastabakıcı kılığına girip hastanelerde saklanıyorlardı.

Gazeteci Anna Andreu’ya verdiği röportajda istilanın Türk Korgenerali Muzaffer Sever “ölenler arasında yüksek rütbeliler yoktu” diyordu ve haklıydı. İlk ölenler savaşta en ön saftaki sıradan askerlerdi. Kıbrıs’ta o günlerde bunları yaşadık. Siyasi inançları nedeniyle damgalanmış olan Sol ve Cumhuriyet yanlısı insanları arabalara yükleyerek silahsız bir biçimde, sadece ölsünler diye ön cepheye gönderdiler. Ancak Sever “eğer direniş olsaydı çıkartma başarısız olabilirdi” diyerek, daha öncesinde pek duyulmamış olan bir şeyi daha itiraf etti. Bunu, “yapacağı şeyleri hiyerarşik bir sıraya koyduğu için” istila hakkında Ulusal Muhafız Ordusu Genel Kurmayı’nı bilgilendirmediği yönünde Cunta’cı Bonanos’un yaptığı açıklamayla bağlantılı bir şekilde düşünen herkes, yapılan komplonun ve ihanetin boyutları hakkında pek çok sonuca varabilir.

Darbeciler işledikleri cinayetin sonuçları görüldükten sonra dahi pişmanlık duymamaya devam ettiler. Kimileri bugün dahi pişmanlık duymuyorlar. Tüm yaptıkları hakkında bir özür bile dilemeksizin, bize parmak sallayıp vatanperverlik dersi vermeye kalkışıyorlar. Onların çoğu kalaşnikoflardan, çatısı altında yer aldıkları DİSİ ve başka yerlere, oradan da milletvekilliği, bakanlık ve diğer makamlardaki koltuklara geçtiler. Kendilerine 1974 dönemi hakkında işlerine gelmeyen sorular sorulduğunda aniden hafızaları zayıflıyor. Hiçbir şeyi hatırlamıyorlar. Her şeyi unutmuşlar.

Biz unutmadık, unutmuyoruz! Kim faşizme geçit vermemek için dökülen kanı unutabilir? İstilanın kıpkırmızı olduğunu ve dökülen kanın bizim de kanımız olduğunu kim unutabilir? Kostas Mişaulis, Kostakis Evagoru, Nikos Fulurencu, Kiryakos Papalazaru, Andreas Kestas, Pambos Hristofi, Tasos Hristofi, Pandelis Haralambus, Hristakis Kombos ve daha nicesinin yurdumuz için dökülen kanlarını kim unutabilir? Gavriil Theodosiu, Andreas Stilyanu, Yerasimos Leondiu, Evelthon Yoannidis, Karasamanis ve daha nice yiğit Halk Hareketi’nin bağrından çıktılar. Onlar bizim adımızdır, onurumuzdur, gururumuzdur. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde AKEL’in dökülen kanıdır.

Darbeden beş gün sonra Türkiye’nin istilası 1974 cinayetinin ikinci adımı oldu. Türkiye uluslararası hukukun bütün ilkelerini çiğneyerek Kıbrıs’ı istila etti ve 43 yıl sonra ülkemiz topraklarının neredeyse yüzde kırkını işgal altında tutmaya devam etmektedir. Kıbrıs halkını şiddet yoluyla böldü, Kıbrıs’ı mezarlar, kayıplar ve göçmenlerle doldurdu. Adamızda çok sayıda askeri güç bulundurmaya, Kıbrıslıruma ait mülkleri yasadışı sömürmeye ve bugüne kadar yurdumuza yasadışı bir biçimde nüfus taşımaya devam etmektedir.

“Mağusa’dan genç yaşta ayrıldım ve nine olarak da olsa dönmeyi ümit ediyordum”. Bu sözler, Crans Montana’dan dönüşümüzün ardından karşılaştığım bir kadının sözleriydi. Daha sonra bir Kıbrıslıtürk kadının yıllar önce Kıbrıstürk basınında yayınlanan mektubunu da hatırladım. Kendisi “adımı yayınlamazsan sevinirim, kendi mahallemde en azından hedef olmayayım” diyerek yazdığı mektupta şunları dile getiriyordu: “ben Lefkoşa Surlariçi’nde yaşayan bir Kıbrıslıyım. Burada doğdum, annem beni bu bölgede dünyaya getirdi, büyüdüm ve hala yaşıyorum… Şimdi 50’li yaşlarıma geldim… Bizim zamanımızda hani söylerler ya “yasemin kokulu” diye… Öyleydi Lefkoşa. Herkes kapısının önünü akşamüzeri süpürür, yıkar, yaseminlerini dizip sokağa otururdu. Mis gibi tüterdi Surlariçi… 1990’lardan itibaren gözle görünür değişim başladı. Ben çok iyi hatırlıyorum, valiz seslerini… Bilirsin valizleri çekerken tekerlekleri bir ses çıkarır, uğultu gibi… Buraya gelen göçmen Türkiyeliler de valizlerini sürükleyerek gelirlerdi. O ses hâlâ aklımda… Yaseminlerimiz bir bir kurudu…”

Aklımız kaybettiği evine, kentine, yaşamına dönmeyi kırk yılı aşkın bir süredir bekleyen insanlarda… Aklımız toplum olarak yaşamları tehdit altında olan Kıbrıslıtürklerde… Aklımız kendilerine yeniden birleşmiş, barış ve refah içerisindeki bir Kıbrıs’ı borçlu olduğumuz gelecek nesillerde…

Sayın Anastasiadis bütün bu insanlarda pek çok beklentiyi yeşertti ancak bu beklentilerin haklı sonucuna ulaşmasını sağlamadı. Bunu derken, Crans Montana’da olanların ana sorumluluğunu taşıyan ve tüm bu yıllar boyunca ortaya çıkan çözüm fırsatlarının değerlendirilmesine uzlaşmazlığıyla izin vermeyen Türkiye’yi aklamıyoruz. Ancak samimi olmalıyız: BM Genel Sekreteri’nin, Avrupa Birliği’nin ve genel olarak uluslararası faktörün önerilerinin sonucu olarak görüşmelerde var olan tüm imkânları tarafımız da değerlendirmedi.

Bu görüşü her dile getirdiğimizde Anastasiadis hükümeti ve DİSİ tarafından sözde partisel maksatlara hizmet ettiğimiz iddiasıyla suçlanıyoruz. Şimdi böyle diyorlar. Siyasal bedel pahasına müzakere sürecini desteklediğimiz bunca zaman boyunca başka şeyler diyorlardı. Biz Dimitris Hristofyas Cumhurbaşkanlığı görevinde olduğu dönemde onların uyguladıkları bayağı ve yok edici tutumun karşılığını Sayın Anastasiadis’e karşı uygulamamayı bilinçli olarak seçtik. Yurdumuzu ve halkımızı her tür maksat ve duygusallıkların üzerinde bilinçli olarak tuttuk. Kıbrıs sorununun çözümü yönünde adımlar atılabilmesi için her fırsatı desteklemeyi seçtik.

Sayın Anastasiadis’in tezlerine biz yakınlaşmadık. Bilakis çeşitli aşamalarda onun bizim tezlerimizi benimsemesini başardık. Müzakerelere ara siyasal alan denilen partilerin desteğiyle sıfırdan başlamayı hedefledi. Biz o zaman müzakerelerin kalmış oldukları yerden başlamaları gerektiğinde ısrar ettik. Hristofyas-Talat görüş birlikleri terk edildiği takdirde sonu gelmeyen ve çıkmaz bir sürece girileceğini söyledik. Sayın Anastasiadis bizi dinlemedi. Sonuç Barbaros’un güney sahillerimizde rahatsız edilmeksizin dolaşması ve BM Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyi’ne 2004’ten bu yana Kıbrısrum tarafı açısından en kötü raporu sunması oldu.

Sayın Anastasiadis’in o politikası beklendiği gibi çöktü. Mustafa Akıncı’nın Kıbrıstürk toplumu liderliğine gelmesi ve görüş birliklerini tekrar masaya getirmesiyle Sayın Anastasiadis onu izleme zorunda kaldı.

Çok değerli zaman kaybetmemize rağmen, süreci ilerlemesi için destekledik. Pek çok yalpalamaların, geriye gidişlerin ve çelişkilerin ardından Mont Pelerin’a ulaştık.

Kıbrıstürk yönetimi altında kalacak toprak oranında taraflar arasında yakınlaşma menziline girileceğinin görüldüğü anda, Sayın Anastasiadis Kıbrıs’a dönmek için görüşmelere ara verdi. Onun bu hareketi niyeti hakkında pek çok soru işaretlerine yol açtı. O noktadan itibaren Kıbrıs sorununda sürekli bir geriye gidiş yaşanmaya başladı.

Artık onun kararlarını aldığı açıkça görülüyordu. O gelecek nesillerden ziyade gelecek seçimleri düşünerek hareket etmeye başlamıştı. İkinci Mont Pelerin başarısızlıkla sonuçlandı. Sürecin kesin çöküşe uğraması tehdidi altında Cenevre’de Kıbrıs Konferansı’nın toplanması konusunda anlaşmaya varıldı. Biz gerek konferansın başarıya ulaşma ihtimali, gerekse terkibi hakkında farklı görüşteydik.

Ancak, iki lider ve BM tarafından bu kararlaştırıldığı andan itibaren, biz bu çabayı destekledik. Ancak orada gelişmeler olumlu olmadı. Konferansın birinci aşaması özlü sonuçlara varılmaksızın bitti.  Bunun üzerine, gelecek aşamanın hazırlığı için, yine Mont Pelerin’da teknokratların konferansı kararlaştırıldı. Ardından, Enosis referandumuyla ilgili kararla, bilinen olumsuz gelişmeler yaşandı ve bunları ne yazık ki Sayın Akıncı müzakere sürecine ara vermek için kullandı. Ortaya çıkacak olumsuz sonuçlar hakkında AKEL olarak uyarmamıza rağmen, Anastasiadis hükümeti ve DİSİ, sanki Meclis’te bu kararın alınmasına yol açan siyasal partilerin sorumsuz tutumu saklanabilirmişçesine, Kıbrıslıtürklerin bu kararı bizden öğrendiklerini söyleyerek bizi suçluyorlardı. Ardından DİSİ okullardaki etkinlikleri Eğitim Bakanı’nın yetkisine veren bir öneri sundu. Bu öneriyle hemfikir olmamamıza rağmen, Meclis’te bu öneriye lehte oy verdik. Ancak Sayın Anastasiadis yine “mucizesini” yaptı. Küçük partisel hesaplarla Meclis’in kararını Yüksek Mahkeme’ye taşıdı.

Aynı esnada seçmenlerinin bir kesimini tatmin etmek amacıyla, önkoşma politikasının başka bir versiyonunu masaya getirdi. Önce garantiler ve güvenlik, ardından toprak başlıklarında anlaşmaya varılmasını ve diğer başlıkların bunlardan sonra görüşülmesini talep etti. Bunun yol açacağı tehlikeler hakkında uyarılarda bulunarak tepki gösterdiğimizde, Cumhurbaşkanlığı ve DİSİ’nin temsilcileri çeşitli yakıştırmalarla bizi suçladılar. Gelişmeler ne yazık ki yine bizi haklı çıkardı. Sayın Anastasiadis maksimalist taleplerini geri çekmek zorunda kaldı. Ancak o zaman kadar zaten zarar verilmişti. İki toplumun liderleri arasındaki güven tamamen kaybolmuştu.

Crans Montana’da Genel Sekreter anlaşılır olanı, yani Kıbrıs sorununun özlü konularının paket haline getirilmesini ve paralel bir biçimde görüşülmesini önerdi. AKEL olarak altı aydır söylediğimiz ama reddettiği bu öneriyi Sayın Anastasiadis kabul etmek zorunda kaldı. Kıbrıs sorununun iç yanına ilişkin bütün başlıklarda askıda olan temel konuların çapraz müzakeresinin yapılması yönünde ilerlenmesinde daha Ocak ayından itibaren ısrar ediyorduk. Hedef, bunlarda anlaşma menziline ulaşılması ve konferansta Türkiye’nin güçlü olmadığı güvenlik konularının ele alınması olmalıydı. Sayın Anastasiadis o zaman reddediyordu, Crans Montana’da bunu kabul etti. Ancak bu kadar önemli konuların görüşülmesi için var olan zaman az ve hazırlık yetersizdi. Güvenlik konusunda önemli adımlar atıldığına dair bazı bilgilere rağmen, sonuç ne yazık ki hayal kırıklığına yol açıcıydı.

Crans Montana’da Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne ulaşacağımız yanılgısı içerisinde değildik. Ancak çözüm sürecinde geri dönüşü olmayacak şekilde ileriye doğru kararlı bir adımın atılmasını başarmak için elden gelen çabayı ortaya koymalıydık. Eğer bunu başaramazsak, en azından sürecin çökmesine izin vermemeliydik.

Şu anda önemli olan, durumun doğru değerlendirmesini yapmaktır. İşgalin ve sonuçlarının gün be gün kalıcılaştığını unutmayalım. İşgal ordularının kırk bin askerle adadaki varlığı ve defacto taksim, Garanti ve İttifak Antlaşmaları geçerli olmaya devam ediyor. Göçmenler hala daha evlerine ve mülklerine dönmeyi bekliyor. Aynı zamanda çözümün BM parametreleri dışında aranması gerektiği yönünde Çavuşoğlu’nun beyanları büyük endişelere yol açıyor.

Şimdi önemli olan mücadeleden ve hedeflerimizden vazgeçmememizdir. Türkiye hedeflerimizden vazgeçmemizi istese de biz Kıbrıs sorununun çözümünde sonuna kadar ısrar etmeliyiz. İşgale ve yasadışı nüfus taşınmasına son verecek bir çözüm için; BM kararları, Üst Düzey Anlaşmalar, Uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku temelinde varılacak bir çözüm için; Kıbrıs’ı askersizleştirecek ve yabancı güçlerin müdahalelerine ve garantörlüklerine izin vermeyecek bir çözüm için mücadeleye devam edeceğiz. Ülkeyi, halkı, kurumları ve ekonomiyi yeniden birleştirecek bir çözüm için; BM kararlarında belirtildiği şekilde siyasi eşitliğin olacağı, iki bölgeli, iki toplumlu federal çözüm için; tek egemenlikli, tek vatandaşlıklı, tek uluslararası kimlikli birleşik devlete götürecek çözüm için mücadeleye devam edeceğiz.

1964’te Acheson “Kıbrıs sorunu için en iyi çözüm taksimdir ve eğer Altıncı Filo benim emrimde olsaydı, bunu yarın dahi çözebilirdim” diyordu. Bu sözleri bugün hatırlatmamızın önemi var. Çünkü eğer kimileri çıkıp, en iyi çözüm olarak Taksim’i öneriyorlarsa ya da bizi sonuçta Taksim’e götürecek sözde yeni stratejileri öneriyorlarsa onlara Kıbrıs’ın düşmanlarının hedefinin daha başından itibaren bu olduğunu hatırlatmalıyız. Başından itibaren Türkiye’nin hedefi buydu. Halkımız yeni strateji sloganlarının peşinden sürüklenmesin. Sadece tel örgülerin diğer tarafına bakmamız yeterlidir. Orada kimler federasyonunun terk edilmesi ve “yeni strateji” hakkında konuşuyorlar? Yerleşiklerin partisi. Kıbrısrum tarafında kimler yeni strateji hakkında konuşuyorlar? Sayın Papadopulos’un ve Sayın Lillikas’ın kurmayları.  Dönüşümlü başkanlık konusunda Hristofyas-Talat görüş birliğine kimler karşı çıktı? Serdar Denktaş ve partisi ve mütakiben Sayın Eroğlu. Kıbrısrum tarafında kimler karşı çıktı? Sayın Anastasiadis muhalefetteyken ve Sayın Papadopulos ve Sayın Lillikas.

Halkımız “taahhüdünü üstleniyorum” sözlerine doydu. Pek çok kez büyük lafların ihanetine uğradı. Halkımız gerçeğe susadı. Hiç olmazsa şimdi Kıbrıs halkına gerçeği söylemeye cesaret etsinler. Büyük sloganlarla ve tarihi gerçeklerden uzak mitlerle gençliği uyutmaya son versinler. İktidar uğruna ülkenin geleceğini ipotek altına almaya son versinler.

Birlik ve kolektiftik koşullarının yaratılması sorumluluğu Sayın Anastasiadis’e aittir ve bunu üstlenmelidir. Eleştiriler Salı gününe kadar devam ederse, kendisinin de cevap vereceği yönünde tehditler savurması olacak şey midir? Bunlar başka hangi ülkede yaşanıyor?  Başka hangi ülkede Cumhurbaşkanı kendisine yönelik eleştiriler hakkında muhalefete süre koyuyor? Birliği bu şekilde inşa edeceğimizi mi sanıyor? Bizim susup, medyada sadece kendisinin ve avukatlarının sesinin duyulmasıyla mı? Onlara cevabımız net: Bizi susturacaklarını sanıyorlarsa, bunu unutsunlar. Yollarda bizi katlettiklerinde biz susmadık, bugün de susmayacağız!

AKEL olarak halkımızın haklı mücadelesini sürdüreceğiz. Halkının gerçek efendisi olacağı bir Kıbrıs’a ulaşma vizyonumuzla mücadeleye devam edeceğiz.  Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak evi olan bir Kıbrıs için mücadeleye devam edeceğiz. Kıbrıs’ta Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin geleceğini tehdit eden her şeyi, Kıbrıslıtürk toplumu aleyhine Ankara’nın izlediği entegrasyon ve asimilasyon politikalarını dikkate alarak mücadeleye devam edeceğiz. Tüm Kıbrıs’ın, Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin sesini güçlendirmeye devam edeceğiz.

Kıbrıs’ta barışı hiçbir şeyin engelleyemeceğinin her yerde duyulması için!

Gelecek bizimdir!

Temmuz 2017

PREV

EDON’un 30. Gençlik ve Öğrenci Festivali’nde AKEL M.K. Genel Sekreteri Andros Kiprianu Tarafından Yapılan Konuşma

NEXT

AKEL Olağanüstü Kongresi'nde Genel Sekreter Andros Kiprianu'nun Konuşması