Home  |  Konuşmalar   |  “AB’nin Perspektifleri ve Kıbrıs Sorunu” Konulu Etkinlikte AKEL M.K. Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun Konuşması

“AB’nin Perspektifleri ve Kıbrıs Sorunu” Konulu Etkinlikte AKEL M.K. Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun Konuşması

AKEL adına hepinize bugünkü etkinliğe hoşgeldiniz diyorum. Özellikle Avrupa Parlamentosu’nun (AP) eski başkanı Martin Schulz’a Kıbrıs’a ve etkinliğimize hoşgeldiniz demek istiyorum. Sayın Martin Schulz Avrupa Parlamentosu Başkanı olarak Kıbrıs sorununun öne çıkarılması ve çözümü için Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanları ve diğer yetkilileriyle işbirliği içerisinde oldu.

Martin Kıbrıs sorununun çözümünün başarılmasının ülkemiz için olduğu kadar, Avrupa Birliği ve bölgemiz için de önemini biliyor ve her fırsatta bunu vurguluyordu. Gerek ben, gerekse yoldaş Dimitris Hristofyas kendisiyle işbirliği yapma fırsatını bulduk. Bu işbirliği için ve aynı zamanda bugünkü etkinliğimize katılıp konuşma yapması davetimizi kabul ettiği için kendisine teşekkür etmek istiyorum.

AKEL olarak, Kıbrıs’ta Avrupa Birliği meselelerini ele almayı her zaman hedefledik. Brüksel’de alınan kararlar yaşamımızı etkiliyor. Avrupa’da olanlar hakkında doğru anlayışa sahip olması için bu kararlar hakkında halkı bilgilendirmek bizim yükümlülüğümüzdür. Bu çerçevede çeşitli etkinlikler organize ediyoruz. Yurttaşların bilgilendirilmesine yönelik etkinliklerin yanı sıra, elbette ki aşırı sağ dışında olmak kaydıyla, bizimle aynı siyasi aileden olmaları şart olmayan Avrupa siyasal güçleriyle ve şahsiyetleriyle diyaloğu ve görüş alışverişini içeren etkinlikler de gerçekleştiriyoruz. Kıbrıs sorununun çözümü gereksiniminin bunu gerektirdiğine inanıyoruz. Ayrıca bugün AB yapısının karşı karşıya olduğu büyük meseleler hakkında yurttaşların bilgilenmesine yardımcı olacağı için Avrupa Birliği’nin perspektiflerine ilişkin kamusal diyaloğun da yararlı olabileceği inancındayız. Bizim görüşümüze göre, Avrupa’nın bugünü ve yarını hakkındaki tartışma, özellikle de Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde, Avrupa toplumları içerisinde özlü ve yaygın bir şekilde gerçekleştirilmelidir. En azından, AKEL olarak biz, bugünkü gibi bir dizi etkinlik ve faaliyetlerle burada, Kıbrıs’ta bunu gerçekleştirmeyi hedefleyeceğiz. Dost Martin’e bugünkü etkinliğimize katılımı ve katkısı için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.

Avrupa konuları hakkında yapılan tartışmalara yıllardır bir soru damgasını vurmaktadır: “Nasıl bir Avrupa istiyoruz?”. Bu soru tamamen doğru ve günceldir. Bununla birlikte, bu sorunun içerisinde önemli bir kabulün saklı olduğu da görülmektedir: Eğer bugün nasıl bir Avrupa istediğimizi tartışıyorsak, bu, bugün var olan Avrupa’da bir şeylerin ters gittiği anlamına gelmektedir. AKEL olarak, bugünkü Avrupa birleşmesinin kendi bildirgelerinden ve en önemlisi AB üyesi devletlerin halklarının beklentilerinden ve ihtiyaçlarından uzak olduğuna inanıyoruz. 1990’lı yıllarda AKEL –Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması kriteri ve bazı ön koşullarla– Kıbrıs’ın AB’ye girmesinden yana tutum almayı kararlaştırdığında, bu kararı Avrupa Birliği’nin karakterinin değişmesinin değil, uluslararası koşulların dramatik bir biçimde değişmesinin sonucunda aldığını da vurguladı. AB’nin kapitalist doğasına, gidişatına ve politikalarına ilişkin o yıllarda AKEL’in ve Avrupa’daki Sol’un büyük bir kesiminin değerlendirmeleri ve uyarıları görmezden gelindi ya da küçümsendi. Ancak bunların doğrulandığı bugün açıkça görülmektedir.

  • AB’nin sosyal dumpingin Vahşi Batısı’na dönüşme tehlikesinde olduğunu ve bugünkü gençlerin ebeveynlerinden daha kötü yaşadığını Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker dahi kabul ederken, uygulanmaları sonucu milyonlarca insanın işsiz, yoksul hatta evsiz kalmasına yol açan neoliberalizmin aynı reçeteleriyle acaba bugün devam edebilir miyiz?
  • Günümüzün kritik meselesinde, göçmen ve mülteci meselesinde, nerede Avrupa’nın ilan etmiş olduğu değerler? Dayanışma ilkelerinin yerine Avrupa’yı kaleye dönüştürme doktrini, sağın ve aşırı sağın baskıcı mantıkları, dış sınırların militarizasyonu ya da mültecileri Avrupa toprakları dışında tutmak için hazırlanan “merkezler” koyuluyor. Macaristan’daki Orban ya da Avusturya’daki Kurtz hükümeti gibi, hepsi de Avrupa Halk Partisi’nde yer alan partilerin hükümetleri olan bu hükümetlerin yabancı düşmanı tutumları ne kadar “Avrupalı”dır? Bu hükümetler bütün üye devletlerin imkânları oranında mültecileri misafir edecekleri bir sistemi reddediyorlar. İstisnasız bütün üye devletlerin hukuki ve etik yükümlülüğü olmasına rağmen, mültecilerin misafir edilmesinde Yunanistan gibi devletleri sorumluluklarıyla ters orantılı bir pay üstlenmeye iten bu güçlerin tutumudur. Avrupa’nın ilerici güçleri olarak, özellikle bu yakıcı meselede, göç meselesinin karmaşık bir mesele olduğunu ve bu konuda kolay çözümler olmadığını bilmemizle beraber, ırkçılık ve nefretin sadece çözüm olmamakla kalmayıp, sorunun parçası olduğu mesajını güçlü bir şekilde göndermemiz gerektiğine inanıyoruz.
  • Dış politika ve savunma politikası konularında şu soruları soruyoruz: Avrupa Birliği savaş sanayisine “yatırımlar” yönünde ilerlerken ya da güçlü üye devletler otoriter rejimlerle ve Orta Doğu’da savaş içerisindeki ülkelerle yoğun silah ticaretine girişirken, NATO’yla bağları sürekli olarak derinleşirken, Rusya’yla diyalog ve işbirliği yerine sürekli olarak zıtlaşmayı arttırmayı tercih ederken, AB nasıl “barış gücü” olabilir?
  • Üye devletlerin AB yapısı içerisinde özde eşitliği, demokratik işleyiş, şeffaflık meseleleri en çok tartışılan Avrupa konularından bazılarını teşkil etmektedir. Bizim anlayışımıza göre, “AB’nin demokratik eksikliği” sadece bir işleyiş ve prosedürler konusu değildir. Bu yapısaldır. Bunun sınıfsal niteliği vardır. AB’nin kurumsal organları tarafından kararların alınmasında çok uluslu devlerin lobisinin büyük etkisi açıkça görülmektedir ve halkların, yurttaşların, sendikaların, hareketlerin aleyhine elitler ve güçlü çıkarlar hâkim durumdadır.

Tüm bunlara rağmen, kimileri AB’nin olumlu yanlarının ve başarılarının da olduğunu kabul etmememizin mümkün olmadığını söyleyebilirler. Gerçekten, örneğin ayrımcılıklara karşı mücadele ya da çevrenin korunmasına yönelik hukuki çerçeve gibi bizce önemli alanlarda dünyanın başka bölgeleri ya da ülkeleriyle kıyaslandığında Avrupa’nın ağır bastığı unsurlarının olduğunu kabul etmemek yanlış olur. Bununla birlikte, hâkim olan ekonomik politikalar bugüne kadar veri olarak gördüğümüz böylesi başarıları ve kazanımları günlük yaşamda ve pratikte gölgelemektedir. Örneğin işsizlik ve yoksulluk arttığında, ayrımcılıklara maruz kalan kadınlar ve diğer toplumsal gruplar iki misli zarar görmektedir. Dolayısıyla yasalarla belirlenenler kâğıt üstünde kalmaktadır. Diesel Gate skandalıyla ortaya çıktığı gibi, büyük sanayilerin hukuki çerçeveye aykırı tutumlarını AB organları görmezden geldiğinde, çevre korunmasına yönelik hukuki çerçevenin içi boşaltılmaktadır.

Bu büyük çıkmazlara yanıt aşırı sağın milliyetçi “avroskeptizmi” olamaz. Avrupa’yı tarihinin en karanlık dönemlerine döndürme tehdidinde bulunan güçler olamaz. Durum pek çoğunun sandığından daha endişe vericidir. Demokrasi, barış, halkların hakları ve kazanımları açısından büyük bir felaket artık Avrupa’nın siyasi ufkunda bulunmaktadır. Aşırı sağcı güçler şimdiden bir dizi üye devletin hükümetlerinde ve parlamentolarında bulunmaktadır. Bu güçler yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı, antikomünizmi ve antisemitizmi, seksizmi ve homofobiyi, hatta Hitler ve Mussolini’ye övgüleri beraberlerinde getirmektedirler. Bunlar başta Avrupa Halk Partisi’ne üye partilerin gösterdikleri tolerans ya da yaklaşım aracılığıyla yurttaşların gözünde meşrulaştırılmaktadır. ABD’de Trump hükümeti tarafından cesaretlendirilmektedir. Şimdi bunların Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde koordine oldukları ve örgütlendikleri görülmektedir. Tüm bunlar, sadece “sisteme karşı alternatif” olmamakla kalmayıp, aynı zamanda sistemin en barbar, en gerici versiyonudur. Kıbrıs’ın ve Avrupa’nın her demokrat ve ilerici yurttaşı bu tehdide karşı tepkisini göstermelidir. Bizimle her şeyde hemfikir olmasa da, bu koşullarda aşırı sağa geçit verilmemesi görüşünü paylaşan her demokrat yurttaşımıza AKEL olarak hitap etme ihtiyacını yoğun bir biçimde duymamızın sebebi budur.

Elbette ki AKEL olarak hemfikir olmadıklarımıza sadece tutarlı eleştirilerle karşı çıkmakla kalmıyoruz. Öncelikle isteklerin, taleplerin ve önerilerin öne çıkarılmasını, yaratıcı eylemi, mücadeleyi ve vizyonu hedefliyoruz. Avrupa’da farklı bir sosyal ve ekonomik kalkınma modeline yönelik talepleri öne çıkarıyoruz. Onurlu çalışma koşullarının olduğu daimi istihdam yerlerinin yaratılmasına yönelik yatırım programlarına, sosyal politikaların desteklenmesine ve yoksulluğa karşı mücadeleye, sendikal örgütlenme hakkının ve toplu sözleşmelerin etkin bir biçimde korunmasına yönelik talepleri öne çıkarıyoruz. Başlangıcı AB’nin Avrupa Sosyal Şartı’na girişiyle yaparak, bütün halklar için ortak bir asgari sosyal haklar çerçevesinin sağlanmasını hedefliyoruz. AB’nin kurumsal organlarını gerçekten açık ve yurttaşlara hesap veren organlar kılacak önlemlerle daha fazla demokrasiyi, katılımı ve şeffaflığı getirmeyi hedefliyoruz. Uluslararası ilişkilerde çifte standart mantığını, müdahaleciliği ve militarizasyonu reddedecek bir Avrupa için mücadele ediyoruz. Uluslararası hukuka saygılı, barış ve dayanışma yanlısı, ilkeli bir dış politikayı uygulayacak bir Avrupa için mücadele ediyoruz. Sadece Avrupa Parlamentosu seçimleri yaklaştığı için değil, AB’nin gidişatı ve geleceği Kıbrıs’ın gidişatını ve geleceğini, Kıbrıslıların günlük hayatını ve geleceğini belirleyici bir biçimde etkilediği için Kıbrıs toplumuna tüm bunlar hakkında konuşmak istiyoruz ve konuşacağız.

Dönemin pek çok zorluğuna AKEL açısından gerçekten ilerici yanıt başka bir Avrupa için mücadeledir. Halkların, ulusların, dillerin, dinlerin ve kültürlerin barış içerisinde bir arada varoldukları ortak bir evde kıtamızın birleşmesi fikrinin tarihte ileriye doğru bir adımı teşkil ettiği konusunda asla şüphemiz yoktu. Asıl sorulması gereken soru nasıl bir Avrupa istediğimiz ve bunun kimlere hizmet edeceği sorusudur. Bu soruya bizim yanıtımız çok nettir: Emekçilere, yurttaşlara, halklara hizmet edecek bir Avrupa istiyoruz. Barışın, sosyal eşitliğin, demokrasinin, eşit işbirliğinin, çok kültürlü açık toplumların Avrupa’sını istiyoruz. Hakların Avrupa’sını istiyoruz.

Kıbrıs’ı böyle bir Avrupa’da görmeyi istiyoruz. Bölünmenin ve işgalin yükleriyle değil; özgür, birleşik ve bağımsız olarak Kıbrıs’ın AB’de varolmasını istiyoruz. Bizim için mücadelemizin birinci hedefi budur ve bütün gücümüzle bu hedefe ulaşmak için mücadele ediyoruz.

Hepinizin bildiği gibi, kısa bir süre önce Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri raporunu sundu. Bu raporun yurdumuzun geleceği açısından tehlike çanını çaldığını söyleyeceğim.

Genel Sekreter’in raporu oldukça betimleyici ve aynı zamanda eşit mesafeler koymaya çabalayarak bazı önemli hususlara işaret ediyor.

Ayrıca bundan sonrasına yönelik adımlarda bizi yönlendirmesi gereken bazı önemli gerçekleri de dile getiriyor.

Crans Montana başarısızlığının ardından 15 ay geçmesine rağmen, ne yazık ki hiçbir ilerlemenin kaydedilmediğini belirtiyor.

Müzakere masasına başka düşünceler getirilse de Guterres Çerçevesi temelinde ilerlememiz gerektiğini kaydediyor.

Özellikle Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde sondajların başlayacağı andan itibaren durumun tehlikelere gebe olacağını söylüyor. Ülkemizin doğal zenginliğinin Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk bütün sakinlerine ait olduğunu ve hidrokarbonların, Kıbrıs sorununun çözümünün önünde engel değil; çözüm için teşvik edici olması yönünde dikkatli tutumların ortaya konulmasının gerekeceğini net bir şekilde söylüyor.

Son olarak da BM Genel Sekreteri zamanın daraldığına, Kıbrıs sorununu çözmek için çok zamanımızın olmadığına işaret ediyor. Elbette ki özellikle Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin liderleri ve aynı zamanda bütün diğer ilgili taraflar başta olmak üzere herkes bunun bilincine varmalıdır.

Türkiye’nin zor ve kendine özgü özellikleri olan bir taraf olduğunu biliyoruz. Bu iki misli, üç misli dikkatli olmamızı gerektiriyor, yani Türkiye’yi ya Kıbrıs sorununun çözümü için bizimle işbirliği yapma ya da teşhir olma zorunda bırakmak için iki bölgeli iki toplumlu federasyon somut hedefine tutarlılıkla ve bağlılıkla hareket etmemizi gerektiriyor.

Nasıl ilerlenilmesi gerektiğine ilişkin tezimiz nedir?

Sayın Anastasiadis Guterres Çerçevesi’nin büyük bir başarı olduğunu söylüyor. Üstelik bunu kendisinin şahsi bir başarısı olarak niteliyor. Eğer bu, büyük başarıysa, müzakerelerin bunun temelinde devam etmesini hedeflememiz gerekir. Sn. Anastasiadis’in ön koşullar, dipnotlar eklemeksizin, bu yönde inisiyatifler üstlenmesi gerekiyor.

Sadece bu şekilde Türkiye’yi ya işbirliği yapmak ya da uluslararası toplumun gözünde teşhir olmak zorunda bırakabiliriz.

Ancak Sn. Anastasiadis bunu yapmak yerine, 10 gün önce Ulusal Konsey’de merkezsizleştirilmiş ya da gevşek federasyon fikrini öne sürme girişiminde bulundu. Bir zamanlar bunu gevşek federasyon olarak adlandırırdı. Biz bazı çok somut nedenlerden dolayı bu yaklaşımla hemfikir olmadık. Birincisi, Genel Sekreter’in Guterres Çerçevesi temelinde ilerlenmesi gerektiğini söylediğini tekrarlıyorum. Merkezi hükümetin yetkileri Guterres Çerçevesi içerisinde yer almıyor. BM Genel Sekreteri merkezi hükümetin yetkileri konusunda anlaşmaya varılmış olduğu görüşünü taşıyor. Açıkta kalmaya devam eden sadece iki mesele var ve bu meselelerdeki anlaşmazlıklar da çok küçüktür. İkincisi, bu mesele müzakere masasına getirildiği takdirde, özünde tartışma Kıbrıslırum-Kıbrıslıtürk, Kıbrıs halkının karşı karşıya olduğu önemli meselelerden, biraz önce söylediğim gibi kapanmış olan ve üzerinde varılan anlaşmada ne Türkiye’nin, ne de Kıbrıstürk toplumunun karşı çıkmadığı bir konuya taşınmış olur. Ve böylece önemli meseleler terk edilip, önemi küçük meselelere zaman harcanmasına yol açılmış olur.

Gündeme gelen başka bir soru da, merkezsizleştirilmiş federasyonun, yani bazı yetkilerin merkezi hükümetten oluşturucu yapılara aktarılmasının Guterres Çerçevesi’nde ele alınan meselelerin çözümüne nasıl yardımcı olacağı sorusudur.

Bu, güvenlik ve garantiler konusunun çözümünde bize nasıl yardımcı olacak?

Toprak, mülkiyet, dönüşümlü başkanlık, Türkiye ve Yunanistan yurttaşlarına eşit muamele meselelerinin çözümünde bize nasıl yardımcı olacak?

Kıbrıslıtürklerin yönetime etkin katılımı konusunun çözümünde bize nasıl yardımcı olacak?

Bizim görüşümüze göre, öncelikle ve esas olarak ne istediğin aklında net değilse ve sonuçlara ulaşabilmek için içerisinde hareket edeceğin çerçevenin ne olduğunu bilmiyorsan, böylesi önemli inisiyatifleri üstlenmemen gerekir.

1974’ten itibaren siyasal partilerin toplamı Kıbrıs sorununun çözümüne giden yolun sadece özlü müzakerelerden geçtiğini oybirliğiyle kararlaştırdı. Müzakereler gerçekleştirilmediğinde, bugün Türkiye’nin teşebbüs ettiği gibi, üzerinde anlaşmaya varılmış olan çerçevenin dışına çıkan fikirlerin masaya getirilmesine fırsat sunulmaktadır.

Kıbrısrum tarafının yıllarca hedefi Kıbrıs sorununun uluslararası hukuk, Güvenlik Konseyi kararları, Üst Düzey Antlaşmaları ve Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkeler temelinde çözümü oldu. Tek egemenliği, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı, temel özgürlüklerin ve insan haklarının güvence altına alınmasını sağlayacak bir çözüm oldu. BM’nin ilgili kararlarında belirtildiği şekilde siyasi eşitlikli, iki bölgeli iki toplumlu federasyon çözümü oldu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olacak birleşik bir devlete, garanti ve müdahale haklarından kurtulmuş bir devlete götürecek bir çözüm oldu. Sadece, sorunun iç yanlarının iki toplum arasında doğrudan müzakereleriyle ve sorunun uluslararası yanlarının uluslararası konferansta çözüme kavuşturulmasıyla Kıbrıs sorununun çözümüne ulaşılabilir. Bu da Kıbrısrum tarafının yıllardır var olan tezidir.

Görüşmelerin yeniden başlaması hepimizin hedefidir ve hepimizin hedefi olması gerekir. Ancak ne yazık ki, bugüne kadarki gidişatın gösterdiği üzere, yeniden başlamaya hazır olduğumuza BM Genel Sekreteri ikna olmuş değildir. AKEL olarak endişelerimizi ve kaygılarımızı defalarca dile getirdik. Müzakerelerin yeniden başlamaması tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Bizi ilk endişelendiren konu, Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde Türkiye’nin sondaj çalışmalarında bulunma yönündeki niyeti ve böylesi bir hareketin yol açacağı gerilimdir. İkinci endişe duyduğumuz konu, müzakereler yapılmadığı takdirde, BM Barış Gücü’nün adadan ayrılma tehlikesinin var olmasıdır. Önümüzdeki Ocak ayında müzakere süreci olmadığı takdirde, BM Barış Gücü’nün adadan ayrılması ya da varlığını önemli derecede azaltması yönünde kesin kararların alınması tehlikesinin olduğu açıkça bellidir. Böylesi bir gelişmenin ciddi tehlikelere yol açacağını hepimiz anlamalıyız.

Üçüncü endişe duyduğumuz ve en önemli konu, Kıbrıstürk toplumunda yaşanan hızlı gelişmelerdir. Türkiye sürekli bir biçimde denetimini arttırmaktadır. Kıbrıs sorununun çözümünü isteyen güçler güç kaybederken, çözüme karşı olanlar güçlenmektedir. Kısa sürede olumlu gelişmeler yaşanmadığı takdirde, çözüme ulaşılması imkânı uzaklaşacaktır.

Yurdumuzun hak ettiği sonuca ve halkımızın kurtuluşa ulaşması için tek yol görüşmelerin kaldığı yerden anlaşmaya ulaşılması hedefiyle devamıdır. Kıbrıs sorununun çözümü Kıbrıs halkı açısından gerçekten yaşam ya da ölüm meselesidir. Kıbrıs sorunu çözülmediği takdirde, Kıbrıslırumlar kendi yurtlarında yasadışı bir yapıyla, binlerce askerle, yavaş yavaş tüm Kıbrıs’a yayılacak nüfus taşınması tehdidiyle birlikte yaşamak zorunda kalacaklardır. Kıbrıslıtürkler Türkiye’den maruz kaldıkları askeri, siyasi ve ekonomik denetimin ötesinde, geleneksel olarak laik bir toplumun İslami kuşatmanın yükü altında tamamen yok olması tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar.

Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler aynı tehlikelerle karşı karşıyalar. Zamanın toprak üzerindeki oldubittileri kalıcılaştırması, bildiğimiz ve yaşadığımız Kıbrıs’ı yok edecek olan Taksim tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Dolayısıyla önümüzdeki ikilem, federasyon ile Taksim arasındadır; yani Kıbrıs’ın kurtuluşu ile işgalin devamı arasındadır. Ara yol yoktur. Bu nedenle Taksim’i reddettiğimizi sürekli olarak vurgulamamız yeterli değildir. Çünkü süre giden bir çıkmaz Taksim’in gerçekleşmesinin yolunu açabilir. Böylesi bir durumda sorumluluklar buna izin verenlerin omuzunda olacaktır.

Taksim, Kıbrıs topraklarının neredeyse yüzde 40’ının Türkiye’ye verilmesi demektir. Taksim, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin MEB’inin yaklaşık yüzde 60’ında da olduğu gibi, Türkiye’yle 180 kilometrelik sınır demektir. İşgal altındaki bölgeye kontrolsuz bir şekilde yasadışı nüfus taşınması demektir. Geriye ne toprak, ne mülk, hiçbir şey almamamız demektir. Türkiye’nin tek bir askerinin bile adadan ayrılmaması demektir. Yasadışı devletin konumunun yükseltilmesi demektir. Yani statükonun yıllardır hedeflediğimizin aksine değişmesi olasılığı demektir. Son olarak da, Türkiye’nin yanı başımıza yerleşmesi durumunda, bir gün gelip tüm adayı kontrolü altına almayı hedefleyeceğinden şüphemiz olmamalıdır.

Bu senaryonun asla gerçekleşmemesi için AKEL tüm gücüyle mücadele edecektir. Yıllardır barış ve yeniden birleşme mücadelesinde Kıbrıslırumları ve Kıbrıslıtürkleri bir araya getiren yurtsever güç biziz. Çünkü biz bütün Kıbrıs için haykıran ses olduk ve olmaya devam ediyoruz. Bize göre, Kıbrıs’ın kurtuluşu sadece bir toplumun meselesi değildir. Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler olarak sadece bir federasyon çerçevesinde birlikte yaşamayı başardığımızda, varlığımızı tehdit eden her şeyi ortadan kaldıracağız. Ortak yaşamın, ortak sosyal ve siyasal faaliyetin temellerini tekrar birlikte atmaya başladığımızda, varlığımızı tehdit eden her şeyi ortadan kaldıracağız. Bu politika DNA’mızdır ve yıllardır sürdürdüğümüz mücadelenin özüdür. Bu politikayı her Kıbrıslının günlük yaşamı haline getirene kadar mücadeleye devam edeceğiz.

PREV

Ezekias Papayuannu’nun Anısına Gerçekleştirilen Etkinlikte AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu'nun Yaptığı Konuşma

NEXT

Yasadışı Devletin İlanının Kınandığı Etkinlikte AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun Konuşması