Uluslararası Gelişmeler
Kongremiz, sistemin doğuştan var olan çelişkilerinin ve neoliberalizmin dayatılması nedeniyle son otuz yıllık dönemde eşitsizliklerin hızlı artmasının sonucu olarak, kapitalist sistemin ve neoliberal yönetim modelinin derin bir kriz içinden geçtiği bir dönemde gerçekleştirilmektedir. Geçen kongremizden bugüne geçen yıllarda, ABD ve müttefiklerinin küresel hegemonyalarını ekonomik, siyasi ve askeri-stratejik, tüm düzeylerde koruma ve güçlendirme arzusuyla emperyalist düzen sürdürüldü ve güçlendirildi.Halkların tahammül göstermesini ve onayını sağlama uğraşılarında, emperyalist güçler komünizm tehlikesi bahanesinin yerine terör tehlikesini koydular ve terörle mücadele adı altında kendi cani eylemlerini ve politikalarını “meşrulaştırmaya” çalışmaktadırlar. Bunlara ilaveten, sözde demokratikleşme bahanesiyle, ABD’nin beğenmediği ve dostu olmayan hükümetlerin ve rejimlerin altının oyulması ve devrilmesi hedeflenmektedir. Aynı anda devlet gruplarını, ayrı ayrı devletleri ve uluslararası tekelleri ilgilendiren emperyalistler arası rekabet tüm düzeylerde gelişmektedir. Rekabet, doğal olarak, karakteristik Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, müttefik devletlerin ya da ittifak içindeki devlet gruplarının dahi içine işlemektedir. Halkların, çalışanların ve sıradan insanların aleyhine emperyalist düzeninin dayatmaları apaçık bir biçimde gerçekleştirilmektedir.Uluslararası hukukun ihlali ve güçlünün hukukunun dayatılması aracılığıyla, çifte standartlı politikalar ve uygulamalar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. “Önleyici vuruş” gibi doktrinlerin NATO’cular tarafından benimsenip ilerletilmesiyle ve bazı sözde barışçıl ve insani misyonlarla BM’nin vasisi olma ve yerini alma uğraşıyla ifade edilmektedir.Uluslararası ilişkilerin yoğun bir biçimde askerileştirilmesi, silahlanma yarışının yoğunlaştırılması, nüfuz alanlarının genişletilmesi için sürekli uğraşılar, ABD’nin ve NATO’nun askeri üs ağlarının genişletilmesi aracılığıyla ileri götürülmektedir. Kıbrıs’ın NATO’ya, ya da Barış için Ortaklık gibi kurumlarına katılması Kıbrıs halkının ve önüne koyduğu hedeflerin çıkarına değildir. Tam da bundan dolayı, diğer nedenlerin yanı sıra ülkemizin nice acılarla dolu tarihi ile de çelişen böylesi bir katılım için hiçbir Kıbrıs hükümeti geçmişte başvuruda bulunmamıştır Günümüzde NATO’nun varlığı siyasi bir çağ dışılığı teşkil etmektedir. Emperyalist müdahaleler ve ülkelerin işgali aracılığıyla, milliyetçiliğin, ırkçılığın, dinsel ve kültürel hoşgörüsüzlüğün kışkırtılması aracılığıyla, insan halklarının ve siyasi özgürlüklerin korkutucu yasalarla sınırlanması aracılığıyla “Yeni Dünya Düzeni” inşa edilmektedir. Çeşitli “renkte” veya “kadife” devrimler gibi, çok daha ince ve görünüşte demokratik yeni araçlar ve yöntemler kullanılmaktadır. İnsan aklının yarattığı en insani ve soylu komünist ideolojiyi faşizm ile eşitleme ve tarihi tahrif etme girişimi aracılığıyla komünizm karşıtı bir histerinin geliştirilmesiyle kapitalizmin çıkmazlarının örtülmesi için utandırıcı uğraşılar ortaya konulmaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” emperyalist ideolojiyi öne çıkarmak için sosyalizmin vizyonunun pratikteki yanlışlarını, eksikliklerini, çarpıtılmasını ve tahrif edilişini istismar etmektedir. “Yeni Dünya Düzeni” küresinde, en üst aşamasındaki, emperyalizm aşamasındaki kapitalizm, insanın insan tarafından giderek yoğunlaşan sömürülmesi aracılığıyla yaşamayı başarmaktadır. Milyonlarca çocuğun kanları ve gözyaşları aracılığıyla, derinleşen ekonomik ve sosyal eşitsizlikler aracılığıyla yaşamayı başarmaktadır. Büyük kapitalist devletlerin siyasi yaşamlarını kontrol eden çokuluslu şirketlerin ülkeleri ve halkları yoğun bir şekilde sömürmesi gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkelerde, tüm dünyada milyonlarca insanın tecridine, yoksulluğuna ve sefaletine neden olmaktadır. Geçen kongremizden bugüne kadar geçen zaman içerisinde, “Yeni Dünya Düzeni”nin iğrenç gerçekliklerinin örnekleri pek çoktur.Irak ve Afganistan’ın ABD ve NATO’cu müttefikleri tarafından işgali devam etmektedir. Kahraman Filistin halkına karşı İsrail Devleti’nin işgal suçu devam etmektedir. Bağımsız devletlerin egemenliklerine karşı saldırılar devam etmektedir ve Kosova’nın Sırp bölgesinin kendi bağımsızlığını ilan etmesi ve bunun belli sayıda devlet tarafından tanınması durumunda olduğu gibi uluslararası hukukun ihlali devam etmektedir.ABD, Latin Amerika’da dördüncü filosunu geliştirmesiyle, Guantanamo ve Kolombiya askeri üslerinde varlığıyla, Küba halkına karşı canice ambargoyu sürdürmesiyle ve Honduras’ın darbeci hükümetini emperyalistlerin sessiz bir biçimde desteklemesiyle Latin Amerika’ya açık bir biçimde müdahale etmeye devam etmektedir. Müdahalelerinin coğrafi alanının genişletilmesi, misyonlarının içeriğinin enerji ve çevre gibi konularla genişletilmesi, nükleer silahsızlanma için ilanlarının aksine nükleer bir blok olarak teyidi ve üye devletlerden askeri harcamaların arttırılması talebi gibi şimdiden pratikte dayatılmış olanların yazılı entegrasyonu ile NATO’nun yeni stratejik doktrininin benimsenmesi ileri götürülmektedir.NATO güçleri Balkanlar’a varlığını sürdürürken, Avrupa’da ABD ve NATO tarafından yeni füzesavar kalkanın Bulgaristan ve Romanya’ya yerleştirilmesi yönünde ilerlenmektedir. AB Lizbon Sözleşmesi’nin kabulü ile dış politika, savunma politikası ve güvenlik politikası alanlarında NATO ve ABD’ye bağımlılığını kurumsallaştırdı. Buna paralel olarak, silahlanma harcamalarını arttırma ve daha genelde uluslararası ilişkileri askerileştirme yönünde yükümlülük üstlendi. Afrika’da Somali’ye, Kongo Halk Cumhuriyeti’ne, Afrika Boynuzu bölgesine ve Sudan’a müdahaleler ve Afrika’da ABD Askeri Yönetimi’nin, AFRICOM’un varlığı ile kıtanın askerileştirilmesi devam etmektedir. Sözde Yeni Dünya Düzeni uluslararası alanda konumunu güçlendirmektedir ancak bunun yanı sıra uluslararası alanda kendi artan önemine sahip diğer gelişmeler de dikkatlerden kaçmamalıdır. “Yeni Dünya Düzeni” dünyanın çeşitli noktalarında direnişle karşılaşmaktadır. Halkların mücadelesi “Yeni Dünya Düzeni”nin patronlarının planlarını istedikleri şekilde yaşama geçirmelerine izin vermemektedir. Latin Amerika’da devrimci nitelikte hazırlık faaliyetleri gerçekleşmektedir. Çin büyük ekonomik bir güç ve bunun sonucu olarak da uluslararası gelişmelerde kendi varlığını öne çıkaran siyasi bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Süper güç rolünü talep eden Rusya sürekli olarak güçlenmektedir.
Avrupa Birliği
Kapitalist siyasi-ekonomik bütünleşmenin öne çıkarılan biçimi olarak Avrupa Birliği’nin niteliği hakkındaki AKEL’in değerlendirmeleri değişmeden kalmaya devam etmektedir. Gelişmeler değerlendirmelerimizi sürekli olarak doğrulamaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin üzerinden altı yıl geçti. Brüksel’de alınan kararların ve AB’de hâkim olan durumun Kıbrıslıların yaşamlarını etkilediği giderek daha da fazla anlaşılmaktadır. AKEL tüm önemli konuları incelemekte, biriken tecrübeyi değerlendirmekte, aktif olarak katılmakta, yaratıcı olarak tutumunu ortaya koymakta ve ilgisinin merkezinde çalışanlar, Kıbrıs halkının tümünün çıkarı ve diğer halklarla dayanışma olmak üzere hem yerel düzeyde, hem de daha geniş bir biçimde Avrupa ve Avrupa Parlamentosu düzeyinde mücadele etmektedir. Avrupa kurumlarında mevcudiyetimizle ilgili olarak, partimiz demokratik, sosyal kazanımların ve çalışanların kazanımlarının korunması ve geliştirilmesi ve halk karşıtı, neoliberal, muhafazakâr politikaların geri püskürtülmesi çabası üzerinde odaklanmaktadır. Sadece Kıbrıs halkının değil, Avrupalıların çoğunluğunun gereksinimlerini yansıtan talep üzerinde odaklanmaktadır. Farklı bir Avrupa hedefine; barışın, demokrasinin ve sosyal adaletin Avrupası hedefine bağlılığımızı teyit ediyoruz. Avrupa alanında diğer sol güçlerle birlikte Halkların Avrupası için mücadeleye devam ediyoruz. Cumhurbaşkanı Hristofyas’ın liderliğinde hükümet, küçük devletler için çok zor koşullarda, vatanımızın Avrupa kurumlarına eşit katılımı için istikrarlı çabalar ortaya koymaktadır. Buna paralel, ilerici ve uluslararası hukukla uyumlu tezler ortaya koyarak mücadele etmektedir. Cumhurbaşkanı’nın “var olan eşitsizliklere sonuç alıcı bir biçimde karşı koyacak ve aynı zamanda çevrenin korunmasıyla birlikte sürdürülebilir kalkınmayı cesaretlendirecek politikaların öne çıkarılması için” mücadele yönünde ilan ettiği tezini destekliyoruz. Bugün Avrupa’da var olan durum, bugünkü AB’nin tekellerin, sermayenin ve güçlü üye devletlerin çıkarlarına karşı halkların haklarının hâkim olduğu bir alana dönüştürülmesinden çok uzak olduğu değerlendirmesini ne yazık ki doğrulamaktadır. Kıbrıs olarak çevre, teknoloji ve internet aracılığıyla çağdaşlaşma, sağlık ve bunun gibi alanlarda olumlu sonuçlar elde edebiliriz. Ancak AB’deki genel gelişmeler olumlu değildir. Lizbon Sözleşmesi, bir dizi referandumda görüşü sorulan halkların hayır demelerine rağmen, sonuçta 1 Aralık 2009 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir ve bu, yeni bir gerçekliği oluşturmaktadır. Sözleşme’nin ilk şekline ve 20. Kongre’de de analizi yapıldığı gibi daha da muhafazakâr bir çerçeveyi ileri süren son şekline partimiz detaylı incelemelerden sonra karşı oy verdi. Bu Sözleşme, diğer unsurlarının yanı sıra, çalışanların ve sosyal devletin aleyhine unsurlar içermekte, yurttaşların siyasal hak ve özgürlüklerini sınırlamakta, AB’nin dış politikasını ve savunma politikasını NATO’ya daha da fazla bağlamakta, uluslararası hukukun aleyhine uluslararası ilişkileri daha fazla askerileştirmektedir. Biz dizi konuda veto hakkının kaldırılmasının özelikle küçük devletler için bir olumsuz bir gelişme olduğu görüşündeyiz. Son yıllarda, egemen çevreler, iş ilişkilerinin ve hizmetlerin düzensizleştirilmesi ve finans sektörünün daha da fazla serbestleştirilmesi yönünde karakteristik baskılarıyla bir dizi kararı güçlü bir şekilde ileri götürdüler. Tüm bunlar 2010 yılında sona eren Lizbon Stratejisi’nde yer almaktaydı. Sadece AB ilan edildiği gibi dünyanın en büyük rekabet gücüne sahip olan ekonomisi olamamakla kalmadı, bu politikaların içeriği küresel kapitalist krizin Avrupa’daki etkilerini arttırdı ve derinleştirdi. Partimiz saf bir rekabet çerçevesinin uygulanmasının tehlikeleri konusunda zamanında uyarıda bulundu. Ancak maalesef egemen çevreler düzensizleştirme çalışmalarına devam ettiler. AKEL 2020 yılına kadar yeni bir Avrupa Stratejisi tartışmaları çerçevesinde, farklı öncelikler ve felsefe ile, Avrupa düzeyinde yeni bir Strateji için öneride bulunma sonucuna vardı. AKEL’in önerisi, diğerlerinin öğelerinin yanı sıra, yoksulluğun azaltılması ve ortadan kaldırılması, yeni nitel (sürekli ve kalıcı) istihdam alanlarının yaratılmasıyla işsizliğin sınırlandırılması hedefiyle strateji yaratılması, toplu sözleşmelere uyulması ve sendikalılaşma hakkının korunması aracılığıyla düzenlenmiş çalışmaya uyma yükümlülüğü, kamu konut planlarının yapılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımlarda kamu harcamalarının arttırılması için önerileri içermektedir. Böylesi sosyal hedeflerin başarılmasının temel bileşkesi İstikrar Paktı’nın muhafazakâr mantığından uzaklaşma ve her devletin kendine özgü niteliklerine saygıdır. Avrupa düzeyinde rota ve içerik değişikliği için anlaşmak yerine, İstikrar Paktı’nın ve muhasebecilik kriterlerinin üstelik Uluslararası Para Fonu’nun ve ona eşlik eden sıkıcı şartların devreye girmesiyle daha da sertleştiği bir döneme doğru gittiğimizin görülmesi endişe vericidir. AKEL bu politikalarla uyuşmamakta ve farklı bir vizyonu ortaya koymaktadır. Terörle mücadele adına yurttaşların, örgütlü yapıların ve hareketlerin siyasi özgürlüklerinin ve kişisel haklarının kısılması eğilimi çıkmaz bir politikadır ve halkların kazanımlarını sabote eder. Masum yurttaşları hedef alan terör ve şiddet eylemlerine karşı sonuç alıcı tek yol bu olguların sosyal nedenlerine yanıt veren ve uluslararası hukuka dayalı bütünsel bir politikanın temellendirilmesidir. 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde AKEL-Sol-Yeni Güçler olarak büyük bir başarı elde ettik. %34.90’lık çok yüksek orana ulaştık. Daha önceki Avrupa Parlamentosu seçimlerine kıyasla gücümüzü %7 oranında arttırdık. Avrupa Parlamentosu’nda parti ve partinin Avrupa Parlamentosu üyeleri Kıbrıs sorununun ve halktan yana tezlerin öne çıkarılmasına ağırlık vererek mücadele ediyorlar. Partinin Avrupa Parlamentosu’ndaki varlığı özellikle Kıbrıs sorunuyla, Kıbrıs halkının çıkarlarının ileri götürülmesiyle ve hakların savunulmasıyla ilgili olarak belirleyici oldu. AKEL, diğer ilerici ve sol partilerle ve çalışanların sendikalarıyla birlikte, somut girişimler üstlenerek Avrupa alanında daha geniş boyutlu mücadelelere katılmaktadır. 2004’ten itibaren AKEL Avrupa Parlamentosu’ndaki üyeleriyle Avrupa Birleştirici Sol/Kuzey Yeşil Sol’u konfederatif grubunda yer almaktadır. Küçük boyutuna rağmen siyasi grubumuzun katkısı Avrupalı çalışanlar için önemli ve Kıbrıs halkı için paha biçilmezdir. Siyasi grubumuz gerek tezleri ve faaliyetleriyle, gerekse Avrupa Parlamentosu’nun diğer üyeleri ve gruplarıyla ilkeler temelinde zaman, zaman yaptığı ittifaklarla Avrupa Parlamentosu’nda ilerici sesi teşkil etmekte, halk karşıtı uygulamaların önünü kesilmesine ve en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmaktadır. Kıbrıs sorununda, Avrupa Parlamentosu’ndaki en tutarlı müttefikimizi teşkil etmektedir. AKEL hem siyasi grubumuzu, hem de onun konfederatif karakterini desteklemeye devam edecektir. Grubumuzun daha büyük nüfuz ve saygınlık kazanması için çalışmaya devam edeceğiz.
Türkiye’deki durum ve Türkiye’nin artan rolü
Son on yılda Türkiye kapitalizmin yeni bir gelişme evresine girdi ve bu da bu ülkedeki büyük siyasi, ekonomik ve sosyal değişikliklere belirleyici olarak katkıda bulundu. Bu süreç hem burjuvazi ve çalışanlar arasında, hem de Türk sermayesinin çeşitli kesimleri arasında çelişkilerin ve zıtlaşmaların kesinleşmesi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Tüm bu süreçte başroldeki siyasi güç ilk kez olarak hükümet erkini 2002 Kasım’ında erken genel seçimlerinde kazanan Başbakan Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Bugüne kadar, Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’nin siyasi yaşamında başta gelen konumunu başta olma konumunu önceliğini korumaya devam etmektedir. Bugün Türkiye’nin içerisinde hükümet ile Kemalist denilen düzen arasında yoğun zıtlaşmalar devam etmektedir. Hem Türkiye içinde hem de dışında öne sürülmekte olan bir anlayış, söz konusu zıtlaşmanın tek özelliğinin siyasi İslam ile laik-Kemalist güçler arasındaki bir çatışma olmadığıdır. Burjuvazinin hükümeti destekleyen kesimleriyle, Kemalist denilen bürokrasiyle ve orduyla özdeşleşen kesimleri arasında yaşandığından bugünkü zıtlaşmanın özelliği her şeyden önce sınıflar arası olmasıdır. Türkiye’de 1980’li yıllarda ortaya çıkan ve hükümet partisini destekleyen “Müslüman” burjuvazi bugün açık bir şekilde daha güçlüdür ve bu Türk sermayesinin “Kemalist” bürokrasiyle işbirliği içinde güçlenen kesimiyle zıtlaşmalara yol açmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişi Kemalist düzenin, yani ordu, yargı erki ve laik burjuvazinin bazı kesimlerinin geleneksel erki tarafından kuşkuyla karşılandığından, bugün Türkiye’de yaşanan zıtlaşmanın erk için rekabet niteliği de vardır. Bugün Türkiye’de yaşanan zıtlaşmanın demokrasi ve despotluk arasındaki bir zıtlaşma niteliği yoktur. Adalet ve Kalkınma Partisi kapitalist gelişmenin genişletilmesi ve ülkenin geleneksel iş çevrelerinin yararlandıkları kazanç birikimindeki tekelin kırılması hedefiyle “Müslüman” burjuva sınıfı tarafından yaratılmıştı. Dolayısıyla, bugün Türkiye’deki durumun ortaya çıkardığı temel özelliklerin kısa sürede aşılması söz konusu değildir. Şu anda Türk hükümeti Kemalist düzenle çatışmayı kesin olarak kazandığı anlamına gelmeksizin rakipleri karşısında güçlenmiş durumdadır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hükümette olduğu tüm süre boyunca ve özellikle de hükümetinin ilk yıllarında Türkiye’nin demokratikleşmesi yönündeki bazı adımlara katkıda bulunan çok sayıda reformların ve değişikliklerin yapıldığı bir gerçekliktir. Ancak özellikle çalışanların hakları, etnik haklar ve azınlık hakları ile ilgili olarak Türkiye’nin gerçekten demokratik bir ülke olması için bu yönde yapılması gereken daha çok şeyin olduğu da bir diğer gerçekliktir. Bugün Türkiye’de gözlemlenen değişiklikler sadece iç dengelerin değişiminin sonucu değildir. Aynı zamanda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle oluşmaya başlayan uluslararası koşulların değişiminin sonucudur. Türk dış politikası bugün Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve Balkanlar’da başrolde olmayı sağlama arzusundadır. ABD ve NATO’nun desteğiyle, Türkiye, devletin laik niteliği ve sözde serbest piyasanın kesintisiz işleyişiyle Müslüman dünya için “model devlet” olmayı hedeflemektedir.Bu yönde komşu ülkelerle “Sıfır problem” doktrini ileri götürmüştür. Bu doktrin Türkiye’nin nihai hedefini değil, Avrasya’nın tümünde nüfuzunu arttırma aracını teşkil etmektedir. Türkiye’nin nüfuzunu güçlendirme arzusu esas olarak bölge devletleriyle ikili işbirliği mekanizmaları aracılığıyla, ticari ilişkilerin büyük oranda artmasıyla ve bu bölgelerin Türkiye aracılığıyla gelişmiş kapitalist ekonomilere entegrasyonu uğraşılarıyla başarılmaktadır. Aynı anda, Türk dış politikasının temel unsuru AB’ye giriş olmaya devam etmektedir. Bu aşamada Türkiye’nin Orta Doğu, Orta Asya ve Balkanlar’da güçlenmesi Türkiye’nin ABD, NATO ve AB ile geleneksel bağlarıyla da bağlantılıdır. Ancak son yıllarda ve özellikle de Türkiye’nin AB’ye giriş müzakerelerine başladığı 2005 yılından sonra AB’ye giriş sürecinde büyük bir durgunluk gözlemlenmektedir. Bu durumla bağlantılı olarak, AB’nin kötü ekonomik durumu ve Türkiye’nin görece iyi ekonomik durumu, Türkiye’nin uluslararası alanda güçlenmesi ve Türkiye’nin bu aşamada aşamadığı birçok zorluklar ülkenin AB’ye giriş için ilgisini azaltan faktörlerdir.Bu durum Türkiye’yi AB’ye girişten ziyade giriş perspektifinin korunmasını talep etmeye yönlendirmektedir. Tüm bunlar Kıbrıs sorununu özlü olarak etkilemektedir. Türkiye, kendi hükümet yetkililerinin kamuoyuna yaptıkları açıklamaların tersine, Kıbrıs sorununun çözümünün şu anda öncelikleri arasında üst sırada olduğu görünümü sunmamaktadır. Vatanımızın yeniden birleşmesinin yolunun açılması için, Kıbrısrum toplumunun makul endişelerini tatmin edecek türden tavizler vermeye hazır olduğu görünümünü vermemektedir. AB’nin önemli devletlerinin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği perspektifine karşı olmaları ve Türkiye’nin uluslararası alanda yerinin genel çerçevesi Kıbrıs sorununu aşağıdaki şekilde olumsuz olarak etkileyen faktörlerdir:
- Türkiye beklentileri daha öncesinde olduğu kadar yüksek olmaksızın AB’ye girmeyi ummaktadır.
- Bölgesel bir güç olarak yerini sağlamlaştırmayı ve bir “Türk” düzeni yaratacak biçimde bölgedeki nüfuzunu artırmayı hedeflemektedir.
- Bu çerçevede, Kıbrıs sorunu AB sürecine bağlı kalmaya devam etmekle birlikte aynı anda bölgede ülkenin çıkarları konusu olarak da ele alınmaktadır. Dolayısıyla Türk politikasında Kıbrıs sorununun çözümü ya da adada statükonun değişmesi mutlak olarak Kıbrıs’ın birleşmesi anlamına da gelmemektedir.
- Türkiye’nin bölgedeki rolünün genel olarak güçlenmesi, Kıbrıs sorununda kendi koşullarını daha buyurgan bir biçimde koymasında işini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca müttefikler bulmasını ve işgal rejiminin statüsünü yükseltme yönünde karşılıklar istemesini de kolaylaştırmaktadır.
Küresel ekonomik kriz
Kapitalizmde üretimin arttırılması için yegâne teşvik edici öğe giderek daha da büyük kazancın sağlanmasıdır. Toplumun gereksinimlerinin karşılanması sermayeyi ilgilendirmemektedir. Sermaye daha da büyük kazanç elde etme çabasında faaliyetlerini yaygınlaştırmakta, en çağdaş teknolojileri kullanmakta, çalışanların sömürülmesini daha da yoğunlaştırmakta ve daha büyük miktarlarda ticari ürün ve hizmeti piyasaya sürmektedir. Günümüzde, sermayenin kârını arttırma yönündeki açlığı ve yegâne buluşu, ekonomik refah döneminde biriken sermayelerin “değerlendirilmesi” gereksiniminin sonucu olarak, kredi-finans sektöründe yan ürünlerin ya da toksinli ürünlerin yaratılmasına götürdü. Ekonomik krizler kapitalizmde tesadüfî bir olgu değildir. Tam tersine kapitalist üretim biçiminin doğasının bir özelliğidir ve varlığının tüm süresi boyunca zaman, zaman ortaya çıkmaktadırlar. Ekonomik krizlerin sebepleri kapitalist üretimin kendi karakterinde bulunmaktadır. Kapitalizmde üretimin sosyal karakteri vardır yani maddi ürünlerin ve hizmetlerin üretiminde bütün çalışanlar yer almaktadır. Ancak bu birleşik üretim faaliyetinin sonucundan herkes değil, nüfusun küçük bir grubu, sermaye sahipleri yararlanmaktadır. Kapitalizmin bu temel çelişkisi (üretimin sosyal karakteriyle milyonlarca insanın çalışmasının ürününün küçük bir sermaye grubu tarafından mülk edinilmesi arasındaki çelişki) ekonomik krizlerin ana nedenidir. Ekonomik krizler kapitalizmin iç çelişkilerinin tam da açığa çıkmasıdır. Ekonomik kriz olduğunda, krizin aşılması ve tekrar “normalliğe” dönüş için sermaye çeşitli araçları kullanır. Ve her şeyden önce krizin yükünü çalışanların üzerine yüklemeye çalışır. Özellikle işçi sınıfının iyi örgütlü olmadığı ülkelerde, bunu büyük derecede başarır. Bu dönemde sermaye ücretlerin azaltılması, çalışma saatlerinin arttırılması vb. gibi uygulamalarla çalışanların sömürüsünü en yüksek seviyede keskinleştirir. Yani işçilerin kazanımlarına yönelik bütün cephelerden saldırır; nitekim bugün krizden etkilenen ülkelerin çoğunda bunun uygulandığını görmekteyiz. Kredi finans sisteminde 2007 yılında önce (başta ABD’de olmak üzere) yüksek riskli kredilerde başlayan ve giderek artan çalkantılar sonuçta artık bütün kapitalist yapıda yaşanan bugünkü krize götürdü. Bu, kapitalizmin artık daha büyük sıklıklar, derinlikler ve yoğunluklarla tekrar eden derin bir yapısal krizidir. Söz konusu olan, sosyal devlete karşı polemikle, çalışma ilişkilerini tamamen düzensizleştirmeyle, ulusların servetlerini satmayla ve ilham sahiplerinin yakın bir zamana kadar her şeyi düzenleme yeteneğine sahip olduğunu iddia ettikleri kapitalist pazarın kutsallaştırılmasıyla yapılarını kuran bir kapitalist kalkınma modelinin, neoliberalizmin iflasını gösteren bir krizdir. Onlar pazarın kendisinin kârlarını en yükseğe çıkarmaktan başka bir şey olmayan kendi hedefleri temelinde düzenlemelerde bulunduğunu görmezden geldiler ve ne yazık ki görmezden gelmeye devam ediyorlar. Temel sosyal sonuç bir yandan büyük servetin az sayıda elde toplanması, diğer yandan büyük bir yoksullar ve işsizler kitlesinin oluşması oldu. Biz AKEL olarak, başıbozuk pazarın başıbozukluğuna karşı gerekli düzenlemelerin yapılması için mücadele ediyoruz. Ne yazık ki, neoliberalizmin ideolojisi ve uygulamaları aşamalı bir şekilde AB’de ve dünyanın başka yerlerinde ABD tarafından dayatıldı. Sağın ve pek çok sosyal demokrat partilerin egemen ideolojisi haline geldi. Kredi finans sektörünün çöküşü kapitalizmin karşı karşıya olduğu bütünsel bir ekonomik krizin başlangıcını teşkil etti. ABD’nin ve AB üyesi pek çok ülkenin kredi finans sistemini kurtarmak için devlet fonlarından büyük miktarları sunarak ortaya koydukları biçare girişimin sadece geçici olarak bazı sonuçlar verdiği görülmektedir. Krizin önünün kesilmesi sadece devletler gerçek ekonomiye yatırım yapmaya, küçük ve orta boyutlu işletmeler desteklemeye, daha fazla kalkınma projesini yaşama geçirerek yeni istihdam yerleri yaratmaya karar verirlerse gerçekleşebilecektir. Küresel ekonomik krizin aşılması için önce bu krize yol açan nedenlerin doğru tespit edilmesi gerekir. Ortaya çıkan birinci sonuç uygulanan sosyoekonomik modelin, yani neoliberal modelin çağdaş toplumlarda istikrar, refah ve ilerlemeyi sağlayamadığıdır. Ne yazık ki bunun keşfedilmesi halklar için en kötü biçimde oldu. Bütün dünyada patlak veren kredi finans krizi insanlığın geleceğinin kapitalizm değil, demokratik ve insan çehreli sosyalizm olduğunu doğruladı. Kapitalizm insanlığın üretici güçlerinin gelişimine ivme kazandı, teknolojik ve diğer gelişmelere uyum sağlamayı başardı. Ancak sosyal adalet ve herkese refah koşullarının yaratılmasında başarısız oldu.