Home  |  Uluslararası İlişkiler   |  AB-ABD: İlişkiler ve Politika

AB-ABD: İlişkiler ve Politika

AKEL tarafından düzenlenen seminerde yapılan konuşmalar

 

Α. Κiprianu

AKEL M.K. Polit Büro Üyesi

AKEL Merkez Komitesi adına partimizin düzenlediği bu panele hoş geldiniz. Özellikle de Avrupa Parlamentosu Grubu’muzdan Tobias Pfluger’e hoş geldin demek istiyorum.

İnceleme gereği dahi duymadan Avrupa Birliği mühürlü her şeyi bazen kabul eden diğer siyasi güçlerden farklı olarak, biz olguların, önerilerin özünü ortaya çıkarmayı ve bunların yaşama geçirilmesini analiz etme yolunu seçiyoruz. Bugün de gerçekleştireceğimizi umduğum samimi diyalogla bunu hedefliyoruz.

Bugünkü panel Avrupa Birliği’nin, Amerika Birleşik Devletleri ile öne çıkardığı kararları ve işbirliğini ele almaktadır. İki güç arasındaki üst düzey antlaşmalar çoğu kez Avrupa Komisyonu’nun önerdiği yasal düzenlemelerin özünü etkilemektedir. Sosyo-ekonomik çevreyi olumsuz olarak etkileyen ve neoliberalizmin muhafazakâr gündeminin hâkim kılınmasına yönelik yeni kararlar alınmaktadır. Bu kararlar vatandaşların siyasal haklarını, güvenlik ve dış politikayı ilgilendiren konulara kadar pek çok konuyu kapsamaktadır. Böylece “Yeni Dünya Düzeni”nin ve dolayısıyla sermayenin ekonomik oligarşisinin ve siyasi ortaklarının stratejik çıkarları yararına bir anlayışın Avrupa ülkelerinde oluşumu arzulanmaktadır.

Bu konulardaki tartışmalar, biçimsel olarak iki tarafın ilişkilerinde üçüncü evreyi teşkil etmektedir. Birinci evre NATO ve Avrupa Birliği’nin 1990 yılından sonraki genişlemesiyle kendilerinin isimlendirdiği şekliyle dış güvenlik alanlarını kapsamaktadır. İkinci evre ayrım yapmaksızın bütün yurttaşlara, radikal parti ve hareketlere karşı önleyici olarak “izleme” ve baskı mekanizmalarının arttırılmasıyla ve çeşitli terör yasalarıyla iç güvenlik alanını kapsamaktadır. Üçüncü evre ise, Avrupa Birliği-Amerika Birleşik Devletleri birleşik pazarının 2015 yılına kadar tamamlanmasıyla, ekonomik entegrasyonla ve buna paralel olarak Amerikalı ve Avrupalı büyük sermayenin yararına yeniden yapılandırmalarla ilgilidir.

Bush hükümetinin güçlendirmeyi hedeflediği ABD-Avrupa Birliği ortaklık ilişkisi Atlantik ötesi ilişkilerin temelini oluşturan ortak değerler ve ortak çıkarlardan söz etmektedir. Bu siyasi ve ekonomik olarak iki tarafın karşılıklı bağımlılığının artmasından güç almaktadır, ancak işbirliğinin nedenleri bunlarla sınırlı değildir. İmzalanan yol haritasında değinildiği gibi, Atlantik ötesi bir serbest ticaret bölgesinin belirlenmesi Avrupa hukuk sisteminin Amerika hukuk sistemiyle aynı çizgiye gelmesine yol açacaktır. Bu, ABD’nin ekonomik ve siyasi düzeyde kendi modelini ve değerlerini Avrupa sermayesinin onayıyla Avrupa’ya taşıma uğraşısını teşkil etmektedir. Çalışma, ekonomi, sosyal koruma, siyaset, devlet ve vatandaş ilişkileri, insan hakları ve siyasi haklar konularında ABD’nin kendi anlayışını Avrupa’ya taşıma uğraşısını teşkil etmektedir.

Ortaklık ilişkisiyle yaratılacak ekonomik ortam şüphesiz yatırımcılar tarafından arzulanmaktadır. Ancak bugün var olan, tarihin en acımasız kapitalist sistemi tarafından sosyal kazanımlarının daraltılması nedeniyle, Amerikan halkının karşı karşıya olduğu ciddi sosyal sorunlar dikkate alındığında, bu işbirliğinden ve bu işbirliğinin güçlenmesinden haklı olarak endişe duyulmaktadır. İki ekonominin yakınlaşması Amerikan sermayesinin içerisinde faaliyet göstermeye alışmış olduğu ortamı Avrupalıların iş ilişkilerindeki sosyal kazanımları gibi duyarlı noktalarına dokunarak Avrupa’ya taşımayı istemesini cesaretlendirecektir.

Ekonomik bütünleşme yönünde atılan adımlar iki tarafın her zaman istikrarlı olmayan siyasi ilişkilerinden bağlantısız değildir. Siyasi ilişkilerin istikrarlı hale getirilmesi tamamen ABD’nin planlarına hizmet edecektir ve böylece ABD hem Avrupa Birliği dış politikasını kontrol edecek ve AB’nin olası özerkliğini engelleyebilecektir, hem de ABD’nin dünyanın başka yerlerindeki müdahale planlarını kolaylaştıracaktır. NATO’nun planları da Atlantik ötesi işbirliğinin planlamalarının bir kısmıdır. NATO’un varlığı için yeni nedenlerin keşfedilmesi gereksinimi gerek ortak ilgi konularının, gerekse ortak kurallarla ilgili argümanların öne çıkarılmasını getirmiştir. Böylece sözde dayanışmaya ve ortak tarihe atıfta bulunulması alışılmış bir olgu halini almıştır. NATO’nun yeniden yapılandırılmasına ilişkin temel gerekçe olarak, ortak liberal demokratik değerler ve “kurallar”ın ittifakın devamı açısından zorunlu unsurlar olduğu öne sürülmektedir ve savaş sonrası dönemde NATO’nun dikkati bu temel kimlik üzerine çevrilmiştir. NATO siyasi genişlemesini tam da bu felsefe ile planlamıştır. Yedi ülkenin Avrupa Birliği’ne girmelerinden birkaç ay önce NATO’ya katılımının da siyasi bir önemi vardır. Hedef, NATO’nun çifte rol oynamasıdır. Hedef NATO’nun bir yandan Avrupa Birliği’nin politikalarını etkileyip belirlemesi ve aynı zamanda ayrı bir şekilde kendi stratejik çıkarlarına hizmet edip faaliyetini sürdürmesidir. Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Atlantik İttifakı’nı ve Avrupa Birliği’ni kullanarak, kendi hareketleri için kendisine yakın güçlerden kendi “ittifak”ını oluşturmayı arzulamaktadır. ABD, ne kadar olanaklara sahip olursa olsun, kendi çıkarlarına hizmet için gerekli olan her yerde bulunma olanağına sahip değildir. Böylece her zaman gerekli karşılıklarla bu amaca hizmet edecek “ittifaklar” yaratmaktadır. Buna bir örnek Türkiye’dir. Dönem, dönem zıtlaşmalarına karşın, iki güç başarı ile işlerini yapmaktadırlar. Bir taraftan Türkiye jeopolitik konumuyla Amerikalılara stratejik avantajlar sağlamakta, diğer taraftan da Amerikalılar buna karşılık verme yollarını bulmaktadırlar. Buna ister askeri malzeme densin, ister Annan Planı. NATO’nun sadece Avrupa ile sınırlı kalmayan (Ukrayna, Hırvatistan v.b.) ve Avustralya’ya ile Japonya’ya kadar varan büyük açılımları böyle açıklanabilmektedir.

ABD’nin hegemonyasının uzatılması özellikle enerji kaynaklarının kontrolüne bağlıdır ve bu Irak’ın ilk işgali döneminden anlaşılmıştır. Zaten enerji kontrolünün yegâne anlamı ve nihai hedefi de budur: Dünya ekonomisinin kontrolü. ABD’nin müdahale olanaklarına sahip olmadığı için enerji oyununu yalnız başına oynayamayacağını anlayan Avrupa Birliği’nin en azından bu aşamada ABD ile işbirliği yolunu seçtiği görülmektedir. Aynı anda benim ikiyüzlülük diyeceğim bir tavır takınmaktadır. Dönem, dönem Guantama hapishanesi ve çevreye verdiği zarar konularında Amerikanlara sert eleştiriler yaparken, insan haklarının savunucusu görünümü sunmaktadır. Aynı esnada da Avrupa Birliği üyeleri insan hakları ihlallerinde Amerikalılara onaylarını vermektedir. Atlantik ötesi ortaklık ilişkileri AB’nin bir tercihini teşkil etmektedir ve kendilerinin de bu ilişkiden yararlanacaklarını bilerek Amerikalılara bunu kullanma olanağı vermektedir.

Petrol rezervlerinin azalması dünyanın neresinde olursa olsun petrol üreten ülkelere müdahale bahanesi bulmayı daha önemli hale getirdi. Bu tür bahaneleri bulmada tüm araçları ve mekanizmaları kullanarak stratejilerini oluşturmada Amerika Birleşik Devletleri öne çıktı. Olmayan yerlerde kendileri bahaneler yarattı. Atlantik ötesi ortaklık ilişkilerini, NATO’yu, sözde “Barış İçin Ortaklık” olgularını ve bir dereceye kadar BM’yi kullandılar. Kendi hedeflerini ileri götürmek için teröre karşı savaşı ana konu haline getirdiler ve bu savaşlarda herkesin kendi yanlarında olmasını istediler. Aksi takdirde kendi yanlarında olmayanı düşman olarak göreceklerini belirttiler. Elbette ki bu hazin iletişim kampanyasının arkasında gerçek amaçları saklıydı. Hedefleri bir taraftan ekonomik hegemonyalarını güçlendirmek için enerji kaynaklarını güvence altına almak ve diğer taraftan Avrupa Birliği’ni tamamen bağımlı hale getirmek ve aynı zamanda Çin, Hindistan, Rusya gibi diğer güçlerin enerji kaynaklarına ulaşımını zorlaştırmaktır. Onlar bu yolla bu güçlerin ekonomik gelişmelerini engellemeyi hedeflemektedirler.

Son 15 yılda meydana gelen savaşlar ilk bakışta ekonomik nedenleri yok görünümü sunsalar da, doğrudan ya da dolaylı olarak çıkış noktaları budur. Bir yandan özellikle enerji alanında özerkliklerinin ortadan kaldırılmasıyla yükselmekte olan güçlere karşı ABD’nin hegemonyasının teyit edilmesiydi. Diğer yandan ise dünya kapitalist sistemindeki durağanlığın aşılması için klasik reçetenin uygulanmasıydı. Yani üretici güçler fazlalığını yıkıma uğratarak ve savaş amaçlı üretim yoğunlaştırmaktı. Dünya çapında enerji kaynaklarını kontrolü altına alma amacıyla, enerji haritasının genel olarak yeniden yapılandırılması arzusu ve ekonomik dayatma niyetiyle, çok uluslu güçlü Amerikan şirketlerinin enerji, savaş malzemeleri ve inşaat alanında hücumu hedeflendi. Nihai hedef sermayenin küreselleşmesi çerçevesinde birleşik bir dünya pazarında sermayenin, metaların ve hizmetlerin serbest dolaşımıydı.

Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin en ileri hedefi Kafkasya ötesi ve Orta Doğu enerji kaynaklarını ve üretim zenginliklerini kontrol etmektir. Bu amaca ulaşmak için sonuçta bu amaca hizmet edecek ülkelerin büyük bir olasılıkla Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya üye olmalarına tanık olacağız.

Bu yolla, ABD ve Avrupa Birliği oyunun kurallarını belirlemek için yükselmekte olan güçler etrafında bir çember oluşturmayı arzulamaktadırlar. İstedikleri onların kalkınma hızlarını kontrol altına almaktır. Hindistan, Çin ve belli koşullarda enerji alanında bir süper güce dönüşebilecek olan Rusya’nın “kontrol dışı” gelişmeleri ve dünya ekonomisinde önemli yerleri almaları olasılığı, onlarda büyük endişeye neden olmaktadır. Zaten Rusya’nın enerji kaynaklarıyla birlikte Hindistan ile Çin’i dünya ekonomisinde ve siyasi coğrafyada belirleyici “oyuncu” yapabilecek İran’ın enerji kaynaklarının kontrolü arzusu bir tesadüf değildir.

ABD’nin değerlenmesine göre, ekonomik açıdan süper güç olacak bir Avrupa Birliği’nden gelecek olan tehlike zaten halledilme yoluna konulmaktadır ve Atlantik ötesi ortaklık işbirliğiyle Avrupa Birliği büyük oranda kontrolleri altına girmektedir.

İran’ın nükleer programına karşı çıkma gibi çeşitli gerekçelerle, başta ABD olmak üzere nükleer teknolojinin öncülerinin “barışçıl amaçlı” nükleer enerji kullanımını denetleme çerçevesini erkenden belirleme niyetinde oldukları açıkça görülmektedir. Bazı ülkelerin sahip oldukları nükleer enerjiyi ölüm ve yıkım saçarak olumsuz olarak kullanmaları var olan bir tehlikedir. Fakat bunun kontrolünü ABD değil, bu amaca hizmet etmekle görevli uluslararası örgütler yapmalıdır. Ucuz enerjiye herkesin ulaşabilme olanağının olmaması için ABD’nin rahatsız edilmeksizin bölgesel düzeyde ve dünya çapında satranç tahtasını belirleme amacına sahip olduğu açıkça görülmektedir. Avrupa Birliği ile sermayelerin, hizmetlerin ve metaların bir birleşik pazarının oluşturulmasının sermayenin küreselleşme çabasını, Amerikan tipi kapitalizmi ve ABD’nin yatırım olanaklarını güçlendirmesi nedeniyle, ABD bu amaca ulaşmada bir adım ileridedir. Tüm bunlar Batı’nın siyasi askeri egemenliğinin kesin olarak hegemonyasını sağlaması için daha fazla olanak demektir.

ABD ile Avrupa Birliği arasında bazı ortak hedefler etrafında bir birleşme gözlenirken, aynı anda yeterince farklılıkların da var olduğu görülmektedir. Ancak ne yazık ki bu farklılıklar neoliberal muhafazakâr model dışında çözümlere yol açmamaktadır. Avrupa Birliği tarafından ileri sürülen ve önerilen Anayasa Sözleşmesi’nde egemen olan bu politikalar, ABD tarafından ileri sürülen politikalardan çok az bir farklılık göstermektedir.

Bizim görüşümüze göre “25”lerin genişlemiş Avrupa’sı dev adımlarla karşı karşıyadır. Sosyal, siyasi ve çevreyle ilgili sorunlara, eksikliklere ve yeni üye devletlerin ek gereksinimlerine sonuç veren bir şekilde yanıt vermeye çağrılmaktadır. Avrupa Parlamentosu Sol Grubu çerçevesinde, AKEL olarak, sunulan olanakları değerlendirerek, Amerikan sermayesi tarafından yönlendirilen tekellerin değil, halkların Avrupa’sı vizyonunun sosyal bir gerçeklik olmasına katkıda bulunacağız. Böylece diğer ülkelerle işbirliğinin doğru bir içeriğe sahip olması ve halkların yararına olması için çalışacağız. Bu işbirliklerinin hedefi dengeli kalkınma ve barış, sosyo-ekonomik çelişkiler, sosyal sorunlar, dünya çevre dengeleri, sağlık, eğitim ve çok kültürlülük, açlığın giderilmesi, insan haklarının korunması, doğal kaynakların ve enerji kaynaklarının eşit dağılımı gibi meselelerin çözümünü öne çıkarmak olmalıdır.

AKEL için hedef istihdama, yurttaşları için sosyal desteğe ve çevreye saygıya ağırlık vererek kalkınan bir Avrupa’dır. Kişisel özgürlüklerini sınırlamaksızın ve küreselleşmenin sorunlarına yanıt üreten, yurttaşlarının güvenliğini güçlendiren sosyal rolüne ağırlık vererek hızlı gelişmelere zamanında uyum sağlayan bir Avrupa’dır. Aynı zamanda hem rekabet gücünü ve kalkınmayı, hem de sosyal dayanışmayı güvence altına almayı güçlendiren bir Avrupa’dır. Hedefimiz eğitime, yeni teknolojilere, ekonomiye yatırımlar yaparak, bugünün ve geleceğin büyük çağrılarına sonuç alıcı bir şekilde yanıt veren bir Avrupa’dır. Tüm dünya tek bir sesle konuşan ve sürekli olarak daha demokratik ve daha güçlü olan bir Avrupa’yı, halkların ortak değerlerinden ve ilkelerinden kaynaklanan özgüven ve iyimserliğin Avrupa’sını hedefliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri ile rekabet içerisinde, Kuzey’in zengin ülkelerini potansiyel olarak tehdit eden ülkeler olarak görülen Üçüncü Ülkelere yönelik Irak tipi askeri müdahaleleri dayatan ya da bu müdahalelerde yer alan bir Birleşik Avrupa mantığını ret ediyoruz.

Bugünkü gelişmeler Avrupa perspektifi ile ilgili eleştirilerimizi haklı çıkarmaktadır. Amerikan neoliberal planın kopyası ve dünya rekabet koşullarına uyum olarak öne çıkarılan ekonomik ve sosyal model büyük sosyal sorunlara götürür, sosyal eşitsizlikleri keskinleştirir ve uluslararası ticarette daha gelişmiş bir ekonomiye ulaşmayı güvence altına almaz.

Avrupa Solu, Avrupa’nın kendisinin dünyaya sunduğu demokrasi, barış, güvenlik, ilerleme ve herkes için refah değerlerine bağlılığımızın Avrupa için en tutarlı birleştirici unsurlar olduğuna inanmaktadır. Avrupa halkları ve tüm dünya için daha iyi günlerin doğması amacıyla, AKEL Avrupa alanındaki diğer sol ve ilerici güçlerle birlikte mücadeleye devam etme yükümlülüğü üstlenmektedir.

 

Dr. Kostas Guliamos – Cyprus College – Siyasal İletişim Profesörü

1. Teorik giriş

Neokapitalizmin ve neoliberalizmin siyasi yönetim aracı olarak yer ve zamana ilişkin seçiciliğini anlamamız için, AB-ABD Atlantik ötesi ilişkilerine odaklaşmadan önce, bazı teorik tartışma konularını netleştirmemiz gerekir. Bu bağlamda, -toplumu soyut bir varlık olarak algılayan- Dürkheim’ın aksine, Marx toplumun, gurupların ve bireylerin (pratik) karşılıklı etkileşiminden doğduğunu kanıtlamıştır. Marx Grundrisse adlı eserinde “Toplum bireyler toplamı demek değildir” gözleminde bulunduktan sonra “(toplum) içerisinde bireylerin birbirleriyle karşılıklı olarak bağlantılı oldukları koşulların ve ilişkilerin toplamını ifade eder” diye ekliyordu.

Gerçekten Marx sadece –gurupların ve sınıfların egemen olmak için mücadele ettikleri– ekonomik ve sosyal çerçeveye ilişkin değil, sermayenin uluslararasılaşmasına da ilişkin nedenleri analizinde sundu. Bu bakış açısıyla, Atlantik ötesi ilişkiler konusunun daha iyi anlaşılabilmesi için beş noktaya değinmek istiyorum.

BİRİNCİSİ: Ürünlerin değişiminin ana kamusal faaliyet haline geldiği bir toplumda, Marx’ın yabancılaşma ya da Lucats’ın insanların meta haline indirgenmesi olarak adlandırdığı durum ortaya çıkmaktadır.

İKİNCİSİ: Ticari toplumda (ve dolayısıyla ticari değişim pazarında) üretimden ve bunu izleyen evrensel düzeyde ticari değişimlere susamışlıktan sadece pazar için üreten pazara ulaştık. Yani üretilenlerin çoğunluğu kullanım için değil, takas için, ticari değişim için üretilmektedir.

ÜÇÜNCÜSÜ: Εğer, Pulancas’ın saptadığı gibi, devlet sermayenin zıtlıklarını – yani sınıfsal rekabetin dalgalanmalarını “bünyesinde taşıyor” ise, tarihsel olarak kapitalist üretimde sosyal ilişkilerin yeniden üretildiği bir araç haline gelmiş ise, sınıfsal ve diğer sosyal ve kültürel hareketler devlet alanında sadece iktidar ilişkilerinin unsurları değil de devletin organik unsurlarıysa, o zaman üretken rolünün koyduğu sınırlar içerisinde Atlantik ötesi ilişkilerin kapitalist rekabet içi çatışma alanını teşkil ettiklerini söyleyebiliriz. Gerçeklikte, yeniden üretim ve uzlaşma faaliyetlerinin rekabet ya da çelişki içerisinde olması devlet iktidarı hakkındaki anlayışın da bir sonucudur.

DÖRDÜNCÜSÜ: İster Atlantik ötesi işbirliği devletinin bütünsel olarak ya da kısmen kendi kendini türettiği düşünülsün, ister –ekonomik, ideolojik temsilcisi ve baskı aracı olarak– sermaye ile göbekten bağımlı olduğu düşünülsün, her halükarda dünya çapında bir sömürgeci kapitalizmin ortaya çıkışı, devlet ekonomisinin kaçınılmaz bir şekilde sömürgeci kapitalizme bağlı olması ölçüsünde, bölgesel düzeyde sonuçlarını vermektedir.

BEŞİNCİSİ: Amerikan emperyalizminin Avrupa’ya girişiyle ilgili olarak, 1970’li yılların başında yeni Marksist düşüncenin işaret ettiği öğe –Örneğin Pulancas– AB ve ABD arasında Atlantik ötesi ilişkinin oluşturulmasıyla faal oldu.

 

2. Asimetrik birbirine bağımlılık

Yukarıdaki beş saptama, bir dönemin değişikliklerini anlamamızda anahtarın o dönemin sosyo-ekonomik yapılanmasının temel, ana çelişkilerindeki hareketi dikkatle izlememiz olduğuna dair Marksist değerlendirmenin onayında bize yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla yeni sömürgeci kapitalizmin çelişkisinin ne şekilde geliştiğini ve uluslararası paylaşım politikalarının, liberalleşmelerin, askeri teçhizatların “açık ticaret”inin biçimlenişi vs. yani kapitalist sömürgeci kârları sağlayan parametreler temelinde hangi yönde hareket ettiğini görmeliyiz. Kısacası, “mantıki” ekonomi ve yönetim biçimiyle sistemin yeniden türetilmesi için, bu kurumsal bir biçimde olmaktadır. AB-ABD Atlantik ötesi ilişki böylesi bir siyasi yönetim sistemine sahiptir. Bu ilişkinin yakın zamanda ortaya çıkan gelişmelerin ve süreçlerin sonucu olduğuna inanılması en azından siyasi saflık olarak adlandırılabilir. AB ve ABD’nin dünya kapitalist sisteminin iki büyük ticari devi olduğunu izninizle hatırlatmak istiyorum. Bu iki devletler federasyonu birbirine bağımlılık düzeyine kadar varan karşılıklı bir bağımlılıkla karakterize edilmektedir. Bu saptamayı yapmada dayanak aldığımız nedenlerin kimilerin çok belirgin, kimileri karmaşık olmak üzere çeşitlidir. Özellikle eski Sovyetler Birliği’nin dağılması ve 1992 yılında Maastricht Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, ABD ve AB dünya ekonomisinin en büyük ve aynı zamanda en önemli ticari ortaklarını teşkil etmektedir. Tarihsel olarak ABD ile Avrupa devletleri arasındaki ticari ilişkiler büyük oranda sömürgeler dönemine kadar gitmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, AET döneminde de devam etmişlerdir. Elbette ki, ABD ve Batı Avrupa’nın savaş sonrası dönemde ve Soğuk Savaş döneminde açık Pazar ekonomisi ve kapitalist sistem konularında aynı “inançlara” sahip olduklarını görmezden gelmemeliyiz. Kimi zaman çok, kimi zaman az bir biçimde ABD, başlangıçta Avrupa Demir Çelik Birliği ile ve ardından Roma Anlaşması’nın imzalanmasıyla AET ile Avrupa’nın bir Avrupa Topluluğu oluşturma çabasını destekledi. Elbette ki tüm bunlar saf bir sempati nedeniyle olmadı. Bu şekilde söz konusu koşullarda kendi çıkarlarına daha iyi hizmet ettiği için bunu yaptı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin varlığı da önemli bir nedeni teşkil ediyordu. ABD’nin, Moskova karşısında bir müttefike ihtiyacı vardı ve o müttefiki Avrupa’nın “çehresinde” buldu. Ayrıca 25 ülkenin üyesi olduğu ve nüfusu 450 milyondan fazla olan AB dünyanın toplam Gayri Safi Hâsılası’nın dörtte birini üretmektedir ve hiç şüphesiz uluslar arası alanda en önemli başrol oyuncularından biridir. ABD de bunu çok iyi bir şekilde bilmektedir.

Daha önce belirtilen önemli tarihsel süreçleri izleyerek ve ikisinin de NATO’nun güçlü üyeleri olduğunu hesap ederek, – Atlantik’in iki tarafı arasında neredeyse her zaman var olan – ilişkiler aşamalı bir şekilde güçlendiler.

Bu ikili ilişki hem iki tarafı, hem de geri kalan dünyayı önemli derecede etkilemektedir. Yeni sömürgeci sermayenin daha fazla derinleşmesi ve karşılıklı bağımlılığı açısından hayati derecede önemli bir ilişkiyi teşkil etmektedir.

Bu noktada yukarıda dediklerimi kanıtlayan bazı bilgileri eklemeyi yararlı görüyorum:

·       AB ve ABD dünya ticaretinin aslan payını ellerinde tutmaktadır ve dünya ürünler ticaretinin %37’sini, dünya hizmetler ticaretinin %45’ini idare etmektedirler. Ayrıca Doğrudan Yabancı Yatırımlar’ın hem en büyük kaynağıdır, hem de yöneldiği yerdir.2000 yılında dünya çapında yatırımların yüzde 54 ABD ve AB’ye yapılmıştır. Yine aynı yıl ABD ve AB tarafından yapılan dışarıda yapılan yatırımların dünya düzeyindeki yatırımlar içerisindeki oranı %67’dir.

·       AB ve ABD birbirleri için en büyük ticari ortağı teşkil etmektedir. 2002 yılında AB’nin ABD’ye ürün ihracatı 240 milyar euroya (AB’nin toplam ihracatının %17,7’sine) ulaşmıştır. Diğer yandan ABD’den yapılan ithalat da 175 milyar euroya (AB’nin toplam ithalatının % 24,2’sine) ulaşmıştır.

·       Sermaye pazarlarına, yani sermaye ve yatırımların akışına ilişkin olarak, boyutlar daha da büyük ve önemlidir. Toplam yatırımlar 1 trilyon euroyu aşmaktadır. Daha somut olarak, 2001 yılında ABD tarafından AB’de yapılan yatırımlar toplamı yatırımların % 54’üne ulaştı ve AB tarafından ABD’de yapılan yatırımlar da toplam yatırımların % 49’u düzeyindeydi. Diğer yandan ABD tarafından baktığımızda da, aynı oranların % 69 ve %46 olduğunu görmekteyiz. Elbette ki, ekonomilerin aşamalı bir şekilde birleşmesi olgusu gözlemlenmektedir, bunun sonucunda ekonomiler arasındaki birleşmenin yol açtığı karşılıklı bağımlılık artmaktadır ve bir noktadan sonra bu boyutların doğrudan ölçülemez bir hal aldıklarını vurgulamalıyız.

·       Ticaret hacmi günde 1 milyara ulaşmaktadır. Sınır ötesi bütünleşmenin en güçlü biçimi olan diğer ülkelerde yapılan doğrudan yatırımlar bugün 1,5 trilyonu aşmaktadır.

Her halükarda, daha sonraki sürecin temellerini koyan ilk belirleyici adımlar 1990 yılının Kasım ayında Transatlantik Deklarasyon ile gerçekleştirildi. İşbirliğinin gelişmesi için en yüksek oranda bu Deklarasyon’un kurumsal hükümlerinin değerlendirilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Bu Deklarasyon’un koyduğu yeni hedefler arasında şunlar bulunuyordu:

–       AB Başkanlığı ve Komisyonu ile ABD Başkanı arasında altı ayda bir görüşmeler

–       AB Dışişleri Bakanları ve Komisyonu ile ABD Dışişleri Bakanı arasında altı ayda bir görüşmeler

–       AB ve ABD Dışişleri Bakanları arasında ad hoc görüşmeler

–       AB Komisyonu ile ABD hükümeti arasında Bakanlar Kurulu düzeyinde altı ayda bir görüşmeler

–       AB Ortak Dış Politikası ve Güvenlik Politikası hakkında AB Dönem Başkanlığı tarafından ABD temsilcilerinin bakanlar düzeyinde bilgilendirilmesi.

Ancak iki taraf arasındaki işbirliğinin resmileştirilmesi 1995 yılı Aralık ayında Madrid’de Yeni Transatlantik Anlaşma’nın imzalanmasıyla gerçekleştirildi. ABD’yi temsilen bizzat ABD Başkanı Bill Clinton’un ve AB’yi temsilen Felipe Gonzales ve Jacques Santer’in imzaladıkları bu Anlaşma’ya “AB-ABD Ortak Eylem Planı” (EU-US Joint Action Plan) refakat ediyordu. Güçlülerin retorik beyanlarını içeren bu metinlerde yer alan öneriler aşamalı bir şekilde neoliberalizmin yeni ekonomik hedeflerinin inşasının gerçekleştirilmesinde çerçeveyi oluşturdular.

Dolayısıyla özellikle Atlantik ötesi görüşmelerden sonra, üzerinde mutabık olunanları üye devletlerin yaşama geçirmeleri için AB Komisyonu’nun politikaları haline geldiğini söylemek abartı ve yanlış olmaz. Atlantik ötesi ortaklık buluşmalarında üzerinde mutabık kalınanların sonucu olarak üye devletlere dayatılan belirli politikaları hatırlatmak istiyorum.  

§       İleride bir “Yeni Transatlantik Pazar”ın (New Transatlantic Marketplace) oluşturulması amacıyla ürünlerin, hizmetlerin ve sermayenin dolaşımının önündeki engellerin aşamalı olarak kaldırılması (Bunda hedef pazarların ve liberalleştirme hacminin daha büyük açılımı aracılığıyla daha yakın ekonomik ilişiklerin sağlanmasıdır.)

§       Dünya ticaretinin genişlemesi ve ikili ve çok taraflı düzeyde daha yakın ticari ilişkilerin oluşturulması

§       Dünya Ticaret Örgütü’nde destek ve Uruguay Turu’nun taahhütlerine bağlılık

§       2004 yılı Mart’ında NATO’nun ve aynı yılın Mayıs ayında AB’nin ikiz genişlemeleri

§       1997 yılında AB ve ABD arasında üç bakanlar toplantısı gerçekleştirildi ve bu toplantılarda eski Yugoslavya’ya, Çin’e, Orta Doğu’ya, Türkiye’ye, Kıbrıs’a, Rusya’ya ve Merkez Avrupa’ya ve AB ile NATO’nun genişlemesine ilişkin olarak AB ile ABD arasında siyasi işbirliği konusu ele alındı.

§       Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın kurumsal ve harekâtsal olarak yaşama geçirilmesi yoluyla NATO ile doğrudan organik bağlantı

§       Avrupa Akdeniz İşbirliği ile paralel olarak, Akdeniz bölgesinde güvenlik kısmını içeren NATO’nun Avrupa Akdeniz diyaloğu geliştirilmektedir.

§       İki yönlü ilişkilerinin güçlendirilmesinin ayrılmaz bir parçası olarak Atlantik Ötesi Girişimciler Diyaloğu’nun gelişmesini destekliyorlar. Bu diyalog 10-11 Kasım 2005’te Sevil’de Amerikalı ve Avrupalı iş adamlarının liderleri arasında yapılan görüşmelerin devamını teşkil etmektedir ve bu toplantıda Atlantik’in iki tarafı arasında ticaretin, yatırımların, sermaye ve teknoloji akışının çerçeveleri konulmuştur.

§       Bütün ülkelerin uygulayabilecekleri koşullara ve takvimlere göre ürün ve hizmet pazarlarının açılması ve yatırımların serbestleştirilmesi

§       Elektronik ticaret ve elektronik dosyalama

§       Enerji meselelerinin serbest ticaret temelinde mutabakata varılarak idaresi. İşletmelerin sürece etkin katılımının sağlanması için teşvikler sunulması ve böylece pazarların açılmasının güvence altına alınması.

1998 Mayıs’ında Londra’da gerçekleştirilen ikili zirvede, bir yandan açık ve ulaşılabilir bir uluslar arası ticaret sisteminin oluşturulması ve diğer yandan ABD ile AB arasında ekonomik işbirliğini arttırmak ve genişletmek amacıyla, Transatlantik Ekonomik İşbirliği (Transatlantic Economic Partnership-TEP) oluşturuldu. Aynı yılın Kasım ayında iki taraf TEİ-Eylem Planı’nı (TEP-Action Plan) benimsediler.

2003 Haziranında yapılan son zirvede, biri ikili “Pozitif Ekonomik Gündem” (Positive Economic Agenda) ve diğeri “Açık Hava Sahası” (Open Aviation Area) olmak üzere iki noktada anlaşmaya vardılar.

 

3. Pazarın serbestleştirilmesi girişiminin başarısızlığı

Bütün bu Atlantik ötesi politikaların temel hedefinin, ana olarak pazarların serbestleştirilmesi ve devlet şirketlerinin özelleştirilmesi üzerine yoğunlaşan direktiflerin oluşturulmasını sağlamak olduğu kaydedilmeye değerdir. Hatta çoğu seferinde AB Komisyonu bu direktifleri uygulamayan üye ülkeleri Avrupa Mahkemesi’ne göndererek, bu direktiflerin uygulanması için yoğun önlemler alma yoluna gitmektedir. Yakın bir zaman önce 17 ülke AB’nin enerji pazarlarının liberalleştirilmesine ilişkin kararlarını uygulamadıkları gerekçesiyle Avrupa Mahkemesi’ne sevk edildi.

Ancak böylesi bir kapitalist anlayışın başarısızlığı sadece görmek istemeyenlerce görülmeyebilir. Hem Avrupa’da hem de başka yerlerde pazarların liberalleştirilmesinin çok sayıda başarısız örnekleri vardır. Sadece iki örneğe değinmemin yeterli olacağı düşüncesindeyim:

1.      İngiltere’de demiryolları ağının sorunları. 1993 yılından itibaren demiryolları ağını liberalleştiren tek Avrupa ülkesi olan İngiltere örneği çok çarpıcıdır. Liberalleşmeyi izleyen süreçte sürekli olarak yapılan fiyat artışlarına rağmen, demiryolları ağında ciddi faaliyet sorunları (gecikmeler vs.) söz konusudur. Ayrıca ağın kötü bakımı ve idaresi nedeniyle de çok kişinin yaşamını yitirdiği kazaların sık, sık olduğu gözlenmektedir. Tüm bunlara rağmen, AB Ulaştırma Bakanları İngiltere’de yaşanan sorunların diğer AB üyesi ülkelerde yaşanmamasını sağlayacak bir düzenleyici çerçeveyi önermeksizin, 2005 yılında demiryolları pazarının 2010 yılına kadar liberalleştirilmesini kararlaştırdılar.

2.      Elektrik enerjisinin liberalleştirilmesinin yol açtığı sorunlar. Kaliforniya örneği elektrik enerjisi alanındaki liberalleşmenin başarısız örnekleri arasındaki en karakteristik örnektir. Özelleştirmeler konusunda geleneği ve tecrübesi olan bir ülkede, en gelişmiş kapitalist ülkelerden birinde elektrik enerjisi pazarının liberalleşmesi tam bir fiyasko ile sonuçlandı. 2000 ve 2001 yıllarında Kaliforniya’da yaşanan (“Western Energy Crisis” olarak bilinen) enerji krizinin sonuçları elektrik fiyatlarında büyük zamlar ve elektrik sisteminin çöküşü oldu.

 

4. Neokapitalizmin çelişkileri ve karşıtlıkları  

ABD ve AB ekonomilerinin birbirlerine bağımlılığına ve bu işbirliklerine damgasını vuran hususun genel hatlarıyla yüksek oranda kâr olmasına rağmen, zaman, zaman anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır ve ciddi çatışmaların sayısı da az değildir. İkili ticaretin boyutları göz önüne alındığında AB ve ABD arasındaki karşı karşıya gelişler daha iyi anlaşılmaktadır. Bu anlaşmazlıklardan bazıları ikili düzeyde, bazıları da anlaşmazlıkları çözüm organında ele alınmaktadır. Bu zıtlaşmalara basında geniş yer verilmesine rağmen, toplam ticari akışla kıyaslandığında bu zıtlaşmaların olduğu konulardaki ticari hacmin küçük (toplam ticaretin % 2’sinden daha az) olduğu gözlenmektedir. Bu zıtlaşmaların ana nedeni ekonomiktir. Ancak bazen siyasal nedenler de bu zıtlaşmalara yol açmaktadır.

1995 yılından bu yana Dünya Ticaret örgütü çerçevesinde AB ile ABD arasında 41 anlaşmazlık gündeme geldi. Bunlardan 26’sı AB tarafından, 15’i de ABD tarafından diğer tarafa karşı gündeme getirildi.

Uluslar arası ticaret kurallarını daha fazla kez çiğneyen tarafın ABD olduğu görülmektedir. Bu ihlallerle diğer ticari ortakların, AB üyesi devletlerin çıkarları zedelenmektedir.

Bu çatışmaların en önemlilerinin yaşandıkları alanlar şunlar oldu:

a) Çelik

b) Genleri değiştirilmiş ürünler

c) Muz

d) Ortak Tarım Politikası (OTP)

 

5. Komünist Solun önündeki adımlar

Uluslararası rekabet, pazarların ve borsaların yasaları temelinde Atlantik ötesi ilişkilerin uygulamaları açısından geçmişte kazanılmış olan pek çok hakkın iptali için bugün bahaneler ileri sürüldüğü yukarıda belirtilen noktalardan anlaşılmaktadır.

Sermaye bugün – Atlantik ötesi işbirliği bahanesiyle – toplum, sosyal devlet, demokrasi, toplumsal dayanışma, insan hakları gibi olgularda indirimlere gitmektedir. Yurttaşları, çalışanları ilgilendiren çalışma hukuku, toplumsal sözleşme ve sosyal birlik ile ilgili olgular büyük bir kibirlilikle, kendini beğenmişlikle yok edilmeye çalışılmaktadır.

Halklar her gün Atlantik ötesi politikaların zorba idarelerinin ültimatom ya da çalışanların yaşamlarına ilişkin detaylı direktifleriyle karşı karşıyadırlar. Bu durumu son savaş harekâtları da göstermektedir. Özünde NATO ve ABD’nin dünya çapında jandarmalık rolünün meşrulaştırmasını hedefleyen hareketlerin yanı sıra Avrupa merkezci sermaye mantığı da tekrar faaliyete geçmektedir. Bütün dünyayı tehdit eden kaosun sorumluluğunda Avrupa’nın da –büyük bir oranda– ortak olduğundan kim şüphe duyabilir ki?

Ancak yoğunlaşan militarist tutumun öncüsü elbette ki ABD’dir. 1985 yılından itibaren sermaye dengelerinin olumlu olduğu görülmektedir, yani ABD’ye giren sermaye ABD’den çıkan sermayeden daha fazladır. Bu durum da bu ülkenin sadece uluslar arası ekonomide istikrarı sağlamadığını değil, aynı zamanda istikrarsızlığı kendisinin de yaşadığını göstermektedir. Bugün Amerikan ekonomisi sorunlarla karşı karşıyadır ve –1910 ve 1920 döneminde Roza Lüksemburg tarafından da işaret edildiği gibi– sahip olduğu yegâne ateş gücü ABD’yi militarist dışa açılımlara denk düşen yeni imparatorluk maceralarına doğru itmektedir.

O dönemde Hilferding gibi Marksistlerle birlikte Roza Lüksemburg tarafından da finans kapitalin sermaye hareketliliğinin en ileri biçimi olduğu saptanmıştı. Bu günümüzde de doğrulanmaktadır ve neoliberalizmin bu politikası –Atlantik ötesi anlaşmaların siyasi cephaneliğinin diğer unsurlarıyla birlikte– yine hem uluslar arası düzeyde, hem de ulusal düzeyde militarizme ve sömürgeciliğe organik olarak yol açan önkoşulu teşkil etmektedir.

Demokrasinin bugünkü krizi, ırkçılığın, milliyetçiliğin ve şovenizmin yeniden ortaya çıkması insanlık için yeni katliamlar peşinde koşan Atlantik ötesi bir ittifakın günümüzde oluşturulmasından bağlantısız olaylar değildir.

Bu gelişmenin örnekleri çoktur. Uluslar arası Çalışma Bürosu’nun verilerine göre, Parasal istikrara tamamen öncelik verilmesiyle, dünyamız insanlığın üçte biri için cehenneme dönüştürülmüştür.

Atlantik Ötesi kararlarda var olan ve AB Komisyonu’nun direktifleri olarak “25”ler tarafından uygulanan çalışma koşullarının esnekleştirilmesine dair teorik söylemlerin sonucunda, bugün endüstriyel olarak gelişmiş ülkelerde çalışan nüfusun % 80’i çalışma yaşamındaki güvencesizlik ve istikrarsızlık sorunlarıyla karşı karşıyadır.

Ancak bu sorunlara ve atılması gereken adımlara ilişkin çözümler vardır.

Benim görüşüme göre, güvenilir alternatif bir komünist programın oluşturulması yoluyla politikanın yeniden merkezi öneme kavuşturulması bugün, her zamankinden daha fazla gerekmektedir.

“Değişim Pazarı” sisteminin yol açtığı yapısal eşitsizlikler yeniden saptanarak, demokrasinin radikalleşmesine katkıda bulunacak bir şekilde siyasal sınırların yeniden çizilmesi komünist Sol için büyük önem taşımaktadır.

Ayrıca Komünist Sol için “Sol-Sağ” ayrımına dönülmesi merkezi öneme sahiptir. Bu ayırım siyasi ideoloji, eylem ve pratik düzeyinde net ve belirgin olmalıdır. Bu hepimiz için siyasi ve ahlaki bir yükümlülüktür. Çünkü Sol ideoloji aşılmış, zamanı geçmiş bir ideoloji değildir. Tam aksine, Atlantik ötesi neoliberalizmin önüne geçilmesi ve toplumsal bütünlüğün korunması için, Sol hareketin yeri doldurulamayan rolü giderek daha yoğun bir şekilde anlaşılmaktadır.

Konuşmamı tamamlarken şunun altını çizmek istiyorum: Eğer Komünist Sol yeni bir kimliğin yerleşmesini ve değişen dünya koşullarında yeni bir siyasal program geliştirilmesini sağlayamadığı takdirde, popülist sağ muhtemelen merkezdeki uzlaşmanın dışında kalan kesimlerin hoşnutsuzluklarını kullanabilme fırsatını bulacaktır, bu da demokratik kurumları tehlikeye sürükleyebilecek toplu tutku hareketlerinin ortaya çıkmasına yol açabilir.

Kiryakos Triyandafillidis – Avrupa Parlamentosu Milletvekili

Atlantik ötesi ilişkiler, uluslararası ilişkiler içerisinde, bir toplantı çerçevesinde kolaylıkla tamamlanamayacak kadar geniş bir bölümü teşkil etmektedir. Bu nedenle konuşmam çerçevesinde, bu dikenli meseleye ilişkin olarak partimizin görüşlerini ana hatlarıyla ifade etmeye çalışacağım.

Kanaatimce, bu mantıksız oyunda her bir oyuncunun üstlendiği rol hakkında Atlantik’in her bir tarafında var olan anlamsal anlaşmazlıklardan Atlantik ötesi ilişkiler zehirlenmektedir. Bir tarafta kendini süper güç olarak tanımlayan Amerika ve diğer tarafta Atlantik yanlılarının, çeşitli ikiyüzlülerin ve Amerikan hegemonyasına az sayıda rakibin içinde olduğu bir uçurum.

Bugünkü tartışmada pek çok konu ele alınacağı için izninizle ben üç nokta üzerinde yoğunlaşacağım: Birincisi, Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerinde son gelişmeleri geriye dönük olarak değerlendirme, İkincisi, ABD ile bağlantılı olarak Avrupa Birliği’nin ve Türkiye’nin rolü ve Üçüncüsü, Avrupalıların kişisel verileri hakkında Amerikan liderliğinin sık, sık yaptığı müdahaleler.

Birinci noktaya ilişkin olarak, AB-ABD Zirvesi’nin 21 Haziran’da Viyana’da gerçekleştirildiğini biliyorsunuz. Başkan Bush birkaç saatliğine Viyana’ya geldi ve ne olduğunu detaylı bir şekilde anlatmama gerek yok: Yollar trafiğe kapatıldı, dükkânlar müşterileri içeride iken kapatıldı, kent merkezi kimsenin giremeyeceği şekilde kuşatıldı. Bu ifadeler, tabloyu biraz karikatürize ediyor, ama Amerikanların gezegen için kendilerine verdikleri hegemonya rolünün anlaşılması açısından da yararlı bir anlatım.

Atlantik ötesi ilişkinin artık AB’nin dış politikasının köşe taşı haline geldiği net olarak görülüyor. Başkan Bush Guantanamo hakkında biraz pişmanlık beyanında bulundu, ama aynı zamanda, “teröre karşı savaşın tamamlanmadığı için” kapanmasının mümkün olmadığını da söyledi. Diğer taraftan, AB’nin liderleri eleştiride bulunma konusunda her hangi bir istek göstermediler. Zaten (Avrupa Halk Partisi’nin muhafazakârları, Avrupa Sosyalist Partisi’nin sosyalistleri ve Liberaller tarafından onaylanarak) Avrupa Parlamentosu’ndan geçen skandal karar önlerinde bulunuyordu. Bu kararda, içeriğinin analizi yapılan Atlantik ötesi işbirliğinin şunları içermesi gerektiğinden söz ediliyordu:

  • 2015 yılı Atlantik ötesi engellerin olmayacağı pazarın (iç pazarın) tamamlanacağı yıl olarak belirlenmeli.
  • İki tarafın da ortak çıkarları temelinde siyasi, ekonomik ve güvenlik konularda ortak faaliyet hedefiyle işbirliği genişletilmeli.
  • Demokrasinin ilerletilmesi ve Taiwan’ın uluslar arası konumun yükseltilmesi için Çin’e karşı ortak faaliyet içerisinde olunmalı.
  • NATO ve AB’nin yetenekleri güçlendirilmeli ve krizleri önleyici ve idare edici araçlarla askeri yetenek arasında mantıki denge sağlanmalı. Ayrıca kolektif güvenlik konularında ikili işbirliğinin geliştirilmeli.
  • İki tarafın hayati çıkarlarının olduğu ülkelerde ani ve istenmeyen siyasal değişikliklere tüm araçlarıyla müdahale etmesi için Acil Müdahale güçlerinin hazırlığının yapılması yönünde hareket edilmeli.
  • AB-ABD arasındaki ortaklık ilişkisini siyasi ve askeri açıdan daha da güçlendirmek amacıyla Avrupa’nın askeri yetenekleri geliştirilmeli.

Bu kararda ayrıca:

  • Terörizm ve toplu imha silahlarının yayılması konularının güvenlik alanında en büyük ortak adımı teşkil ettiği teyit ediliyor.
  • Adliye ve polis makamlarının işbirliği ile ilgili AB-ABD Anlaşmalarının (henüz onaylamamış, örneğin Kıbrıs gibi) üye devletler tarafından derhal onaylanması için çağrıda bulunuluyor.
  • Terörizm konularında, Europol aracılığıyla DNA verilerinin değişimi de dâhil olmak üzere, iki taraf tam işbirliğine çağrılıyor.

Sevgili Dostlar, sizin de anladığınız gibi, yukarıda belirtilenler skandal argümanlardır ve kişisel özgürlüklerin talan edilmesi girişimidir. “Big Brother”lik mevcuttur, sadece Orwell tarafından keşfedilmedi, onu AB’nin desteklediği Amerika teşvik etmektedir.

Şimdi ikinci konuya ilişkin olarak, eğer “Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin rolü ABD için önemli” dersem sanırım, bu sizin için de sürpriz olmaz. Amerikan dış politika camiası uzun zamandır Türkiye’ye jeo-stratejik bir perspektifle bakmaktadır, hâlbuki Avrupalılar ise kültürel ve muhtemelen sosyo-ekonomik çerçeve açısından bakmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Avrupa Birliği’nin bütünleşmesi Avrupa’nın çehresini maalesef olumsuz yönde çok değiştirmişti. İki kutup arasında Türkiye’ye ilişkin bir mutabakata varılmış değil. Samimi olmak gerekirse, Avrupa Birliği içerisinde görüş ayrılıkları öylesi bir düzeydeki, bu konuda AB içerisinde çözümün zor bulunacağını düşünüyorum.

Vaşington’un gözünde, soğuk savaş döneminde sözde Sovyet saldırganlığı karşısında siper olan Türkiye, sanayileşmiş Hıristiyan Batı ile sanayileşme öncesindeki Müslüman Doğu arasında bağlantıyı sağlayan önemli bir köprüye dönüştü.

Diğer yandan Brüksel’in gözünde ise, Türkiye “kötü” bir akrabadır, ancak sahip olduğu ekonomik olanaklar nedeniyle masaya çağrılması gerekmektedir. Bu durumda kültürel, göçmenlik, dini konularla ve güvenlik konularıyla bağlantılı olan karşılıklı vaatler verilmektedir.

Bu tür farlılıklar oldukça çok sayıda birikmiş durumdadır. Bu konuda yakın bir örnek, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamasının mahkûm edildiği Türkiye raporu hakkında Dışişleri Komisyonu’nda yapılan oylamadır. Ancak Türk hükümeti umursamaz bir tavır içerisinde olmaya devam etmektedir.

Bu konu artık Atlantik ötesi ilişkilerin gündemi içerisindedir. ABD-Almanya ilişkileri ile ilgili olarak, yakın bir zaman önce Münih’te yapılan bir konferansta, Türkiye’nin AB ile ilişkileri ve bu ilişkilerin AB-ABD ilişkilerine yansıması ana konu oldu.

Ayrıca son zamanlarda basında yayınlanan çeşitli kamuoyu yoklamaları Almanların üçte ikisinin Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olduğunu göstermektedir. Avrupa Parlamentosu’nda en çok üyeye (99) sahip olan ülkenin Almanya olduğu göz önüne alındığında kurulmakta olan sahne kolaylıkla anlaşılmaktadır.

Çok sayıda Alman Türkiye AB’ye tam üye olursa, kontrol dışı bir şekilde Almanya’ya göç olacağından korkmaktadır, bu durumun da uzun vadede Almanya’daki yaşam biçimini değiştireceğinden korkmaktadır.

Elbette hiç birimizin elinde gelecekte nelerin olacağını gösteren sihirli bir ayna yok. Ancak bugün var olan korkular ve endişeler sağ partiler tarafından hiç çekinilmeden seçim kampanyalarında malzeme olarak kullanılmaktadır.

Avrupa’da var olan bir diğer endişe ise ekonomik kriterlerle ilgilidir. AB üyesi ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de kişi başına düşen Gayri Safi Milli Hâsıla oranının çok düşük olduğu görülmektedir. Türkiye’nin AB’ye girişi, en azından demografik olarak, 2004 yılında on yeni devletin AB’ye girişine denk düşmektedir. Bu, zaten dizleri üzerine çökmüş bir haldeki bir Avrupa için ağır bir yük olacaktır.

Almanya’nın rolünün iyi anlaşılması için, AB bütçesinin her yıl yüzde 25’ini Almanya’nın sağladığı anlaşılmalıdır, yani Almanya AB bütçesinin dörtte birinden sorumlu olan devlettir. 2004 ve 2007 genişlemelerinden sonra, Türkiye’nin AB’ye girmesinin uygun olmayacağına dair Almanya ve diğer bazı üye devletler hemfikirdir.

Bir çözüm bulunması için Şansölye Merkel, Türkiye’ye ticari ve ekonomik bağlar üzerine yoğunlaşmış bir “ayrıcalıklı işbirliği”nin verilmesini önermişti. Diğer yandan, bu durumdan Türkiye hiç de memnun görünmemekte ve reddedildiği takdirde, İran ve Rusya ile daha yakın ilişkiler içerinse gireceğini belirterek tehdit etmektedir.

Konuşmamı biraz uzun tuttuysam da, Atlantik ötesi ilişiklerde Türkiye’nin rolünün anlaşılması için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. ABD kendi açısından haklı olarak hakemlik rolünü üstlenmeyi istemektedir, ancak bu, Amerikan emperyalizmine tepkinin var olduğu Avrupa Birliği’nin işine gelmemektedir. Ancak yakın gelecekte Türkiye’nin AB’ye girmeye adaylığının ABD-AB ilişkilerinde ne tür etkiler yaratacağının görülmesi ilgi çekici olacaktır. 21 Haziran’da dile getirilen temenniler sarsılacak mı, yoksa üye devletlerin liderleri ses seda çıkmadan onaylarını verecekler mi?

Şimdi izninizle son konuya, kişisel verilerle ilgili konuya geçmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, 11 Eylül 2001’den sonra Amerikan makamlar her yolu kullanarak Amerika’ya ve Amerika’dan yapılan uçuşların güvenliğini arttırmayı istiyorlar. Pratikte “güvenliğin arttırılması”nın ne anlama geliyor? Yurttaşların haklarının çiğnenmesi anlamına geliyor. 2004 yılında maalesef Avrupa Birliği’ne üye devletler ve ABD bilgi alış-verişi üzerine bir anlaşma imzaladılar ve bu anlaşmayla AB, Amerika’ya yolculuk yapan yolcuların bütün kişisel bilgilerini Amerikanlara verme taahhüdü altına girdi. Neyse ki, Avrupa Mahkemesi devreye girdi ve bu konuda uygun hukuki zemin olmadığı gerekçesiyle bu kararı iptal etti. Atlantik yanlılarının yönlendirdiği Avrupa Birliği Konseyi bu kararı bir kenara itip, konuya yeni bir hukuki zemin vermeye çalıştı. Ancak Mahkeme devreye girerek, yolcuların haklarını çiğnemeyen bir anlaşmaya varılması için son tarih olarak 30 Eylül tarihini tayin etti.

Siyasal gurubumuz Mahkeme tarafından gündeme gelen bu değişiklikte öncü olanlar arasındaydı, ancak kendi kendimizi aldatmamalıyız. Ne kadar karşı çıksak da, bu konuda er ya da geç karar alınacaktır. Zaten ABD Ulusal Güvenlik Sekreteri Michael Chertoff da Washington Post’a yaptığı açıklamada, hangi yolcuların yüksek tehlikeli olduğunun saptanıp uçaklara binmelerinin önlenmesi için Yolcu İsim Kayıtları’nın (Passenger Name Record – PNR) Amerikan makamlar tarafından bilinmesi gerektiğini belirtti. İşte Amerika “demokrasi” kavramını böyle tanımlıyor.

Avrupa Birliği şu ana kadar yolcular hakkında 34 tip arşivin gönderilmesini onayladı. Bu arşivlerde şu bilgiler mevcut: İsim, adres, e-mail adresi, telefon, kaldığı yer, bileti ödeme biçimi, seyahat bürosu ve acente, yolcunun yeri ve “güvenlik için genel gözlemler” başlığı altında içeriği tanımlanmayan bilgiler. Yani kısacası sadece kaç numara ayakkabı giydiğimiz hariç, neredeyse her şey. Herkesin anladığı gibi, kişisel bilgilere ilişkin haklar bu şekilde çiğneniyor.

Amerikan makamların defalarca talep etmesine rağmen, Avrupa Birliği şu ana kadar yolcuların ırkı ya da ulusal kökeni, siyasal görüşü, dini, sağlık durumu ve cinsel eğilimi ile ilgili bilgileri vermeyi reddetmektedir.

Bu konuyla ilgili olarak, önümüzdeki haftalarda yapılacak tartışmalarda yukarıda sözünü ettiklerimiz tartışılmayacak. Ancak Avrupa Birliği, 2007 Ekim’inde söz konusu anlaşmanın yenilenmesi sürecinde, “elde edilen tecrübe temelinde, anlaşmaya değişiklikler ekleyebilecek”. İnanın, bu değişiklikler yurttaşların lehine değil, aleyhine olacak.

Elbette 30 Eylül’e kadar ABD ile AB arasında anlaşmaya varılmaması olasılığı da var. Bunun bir nedeni, yolcuların uygun bir şekilde korunmasını sağlayacak yeni anlaşma için müzakerelerde bulunan Avrupa Parlamentosu’nun AB Konseyi’ne yaptığı başvurudur. Komisyon üyesi Frattini Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda yaklaşık on gün önce, 7 Eylül’de yaptığı konuşmada kriz olmaması için herkesin anlayış göstermesi ve yardımcı olması gerektiğine işaret etti.

Sevgili dostlar, şu anda sorun bu noktada yoğunlaşıyor. Çözüm bulunmazsa, Irak savaşı nedeniyle zaten gergin olan AB-ABD ilişkilerinde kriz olacak. Bu sorunun aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi için üzerimize yoğun baskı yapılıyor. Ancak kimilerinin yurttaşların bilinçleri üzerine pazarlıklar yaptığı ve “teröre karşı savaş” adı altında Amerikan hegemonyasına yolun açıldığını yurttaşlara izah etme konusunda siyasi sorumluluğu kim üstlenecek?

Yaşadığımız zor dönem zor kararların alındığı bir dönemdir. Biz, Avrupa Parlamentosu çerçevesinde, Amerikanların hegemonyacılık politikasına ve Avrupa Birliği’nde kalmış olan ulusal saygınlığın en küçük zerresinin dahi yok edilmesine karşı tutarlı bir şekilde mücadele etmeye devam ediyoruz. Avrupa Birliği’nin yurttaşların saygınlığını taahhüt altına sokamayacak yapay bir yapı olduğunu pek çoklarının henüz anlamamış olması önemli bir sorundur. Avrupa Birliği’nin gelişmesiyle, üye devletlerin ulusal egemenliklerini korudukları çok yönlü uluslar arası ilişkilerden, üye devletlerin egemenliklerini büyük bir toplama teslim ettikleri AB-ABD ikili çerçevesine geçtik. Ancak böylesi bir hareketin, yurttaşların kendilerinin yapmamış olabileceği tercihlere yurttaşları yöneltmekten başka, uluslar arası ilişkilerde yurttaşların çıkarları lehine her hangi bir şey sunduğundan emin değilim. Ancak Brüksel diğer başkentlerden oldukça uzak olduğu için, yurttaşın kendisini ilgilendiren konularda sesinin duyulması oldukça zordur ve bu durum devam ettiği sürece, ABD-AB ilişkilerinin çalkantılar yaşaması olasıdır, ama bu ilişkilerin kesilmesi çok zordur.

Tobias Pfluger – Almanya Demokratik Sosyalizm Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi

Size AB’nin askerileştirilmesi yönünde son dönemde var olan bazı eğilimler ve yönelimler hakkında konuşmak istiyorum.

Öncelikle şunu anlamalıyız ki, Avrupa dış politikasının gelecekte izleyeceği sürecin ve Avrupa’nın dünyada oynayacağı rolle ilgili vizyonun ana hatlarını çizen -Solana’nın “eseri” ve “çocuğu” olan- 2003 Aralık Avrupa Güvenlik Stratejisi bütün dünyada müdahalelere askeri onayın sağlanması için çağdaş dünyayı tehdit eden tehlikelerin net olmayan bir tanımını temel almaktadır. Önleyici askeri saldırılara ve AB ile NATO arasında yakın işbirliğinin güçlenmesine yönlenilerek, uluslararası hukuk sıkça bir kenara itilmektedir. AB’nin dış politikasının sürekli olarak askerileştirilmesini mahkûm ediyorum. Askeri olmayan, medeni bir Avrupa’ya dönülmesi gerekliliğini vurguluyorum ve Avrupa Birliği’nin sürekli olarak askerileştirilmesini AB vatandaşları için artan bir tehdit olarak görüyorum.

Avrupa Birliği’nin dünyanın her hangi bir yerinde savaşabilme olanağını elde etmeyi sağlaması için Avrupa Güvenlik Stratejisi bir yığın belirsiz tehditler ileri sürüyor. Bu sürecin son dönemlerde aldığı boyuttan ve özellikle de askeri müdahaleleri haklı göstermeyi hedefleyen bir durum olarak enerji kaynakları için artan rekabetin öne çıkarılmasından büyük bir endişe duymaktayım. Bu nereye varıldığının bir göstergesidir.

Avrupa’nın uyguladığı Güvenlik ve Savunma politikasıyla ilgili olarak net bir tutum içerisinde olmak istiyorsak, bunun savunma ile hiçbir ilgisi olmadığını, tam aksine askeri müdahalelerle ilgili olduğunu görmeliyiz. Avrupa Güvenlik Stratejisi herhangi bir biçimde toprakların savunulması anlamını taşımamaktadır. Gerçekte aksi bir istikamet izlemektedir, dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit oluşturmaktadır.

Örneğin:

a) Savunma kavramı saldırıya, önleyici saldırıya ve askeri müdahalelere dönüştürülmektedir.

b) Avrupa Birliği’nin komşuları ve özellikle de Türkiye Avrupa Güvenlik Stratejisi’ne ve Avrupa Güvenlik Örgütü olarak bilinen Avrupa Silahlanma Örgütü’ne askeri olarak dâhil edilmektedir.

c) İnsancıl yardımların kandırmak için kullanılarak –örneğin Kongo Halk Cumhuriyeti’nde yapıldığı gibi– askeri harekâtlar düzenlenmektedir.

Aynı zamanda Avrupa Birliği ile NATO arasındaki işbirliği konusuna, “Berlin+” (Berlin Plus) anlaşmasıyla iki örgütün birbirine sıkı sıkıya bağlı askeri yapılarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu durum İsveç, Finlandiya, Avusturya ve İrlanda’nın tarafsızlığını ve Kıbrıs ile Malta’nın bağlantısızlığını tehlikeye sokmaktadır.

Bu anlaşma temelinde Avrupa Birliği’nin, NATO kurumlarını kullanmak için NATO’ya bilinmeyen miktarda ödemeler yaptığını düşünün. Bosna-Hersek’teki ALTHEA harekâtı bunun karakteristik örneğidir. AB’nin NATO’ya verdiği paranın miktarıyla ilgili birçok kez sorular sordum fakat Britanya ve Avusturya dönem başkanlıkları ısrarlı bir şekilde bu konuda bilgi vermediler, yanıt vermediler.

AB’nin askersileştirilmesinin bir diğer tehlikeli yanı insani-askeri misyonlar adı altında siyasi ve askeri misyonların kasıtlı olarak karıştırılmasıdır. Bu olay yardım sunan örgütlerin insanlarını tehlikeye atmaktadır ve aynı zamanda hileli bir şekilde –Siyasi-Askeri Çekirdek denilen– Avrupa Komutanlığı’nın oluşturulmasını gerekçelendirmeyi hedeflemektedir.

Alternatif çözümler vardır. AB askeri müdahaleler için oluşturduğu askeri gücünü aşamalı bir şekilde azaltmalıdır. Silahlanma ve devamında bunların bakımı için talep edilen büyük meblağlar ve AB’nin müdahale güçleri barışçıl amaçlar için kullanılmalıdır. Bir taraftan müdahale, diğer taraftan da savunma amacıyla, askeri müdahale gücünün oluşturulmasının dünya çağında silahlanmasının artmasına yönelik evrensel bir tehdidi oluşturduğu anlaşılmalıdır.

Avrupa Güvenlik Stratejisi’nin, ABD’nin önleyici savaş kavramı ve anlayışıyla çok benzeştiğini herkes anlayabilir. Avrupa Güvenlik Stratejisi’nin öngördüğü gibi güvenlik politikasının “ilk savunma hattı”nı dışta arayışı göreviyle sınırlı kalamayacağına inanıyorum. Avrupa güvenlik anlayışının AB’nin daha fazla müdahalesine yol açması muhtemelen bütün dünya için daha ciddi bir tehdit olacaktır. Avrupalı liderler önleyici savaşlarla ilgili olarak Birleşmiş Milletler’in karar almasını istemelidirler. Fakat ne yazık ki bu dahi, uluslararası hukukun bu kadar ciddi ve ağır bir biçimde ihlal edilmesini meşrulaştırma girişiminden başka bir şey olmayacaktır.

Avrupa Birliği’nin silahlı güçlerinin gelişimi Javier Solana’ya göre “ışık hızıyla” ilerliyor. Ek silahlanma ve askerileştirme imkânlarının entegrasyonunda hedef, NATO güçlerinin ve özellikle de NATO Acil Müdahale Birliği’nin askeri teçhizatının uyumunun sağlanmasıdır.

Fikrimce Avrupa düzeyinde ek bir askeri bütçe haklı gösterilemez. Buna ilaveten böylesi bir şey AB Sözleşmesi’ne aykırıdır, fakat ne yazık ki bugün olmakta olan da budur. Askeri müdahaleler için Avrupa Birliği bütçesinde giderek daha fazla fonlar oluşturulmaktadır. Bu gelişmeyi mahkûm ediyorum. Hatta krizlerin yönetimi başlığı kullanılarak sürekli daha fazla sayıda askeri misyonlar finanse edilmektedir. Şu anda var olan örtülü askeri bütçeler sistemi Parlamento tarafından her hangi bir sonuç alıcı denetime tâbi değildir ve bu duruma son verilmelidir. Daha da kötüsü, AMIS II adı altında Sudan’a Destek misyonu gibi, AB’nin bazı askeri önlemlerinin Avrupa Kalkınma Fonu’ndan finanse edilmekte olmasıdır.

ATHENA mekanizmasının ve diğer özel (ad hoc) mekanizmaların askeri müdahalelerin finansmanının sağlanması için kullanılmasının Avrupa Birliği’nin ve üye devletlerin askeri müdahaleler için harcamaların gerçek boyutlarını saklama niyetini gösterdiğini düşünüyorum. Topluluk bütçesinden sağlanan harcamalarla gerçekleştirilen polis ve sivil görevliler gibi askeri görevlerin gönderilmesine de son verilmesini talep etmeliyiz.

Benim bilgilendirildiğim kadarıyla, Kıbrıs’ın güvenlik sanayisi diye adlandırılan silah sanayisi olmamasına rağmen, vergi ödeyen Kıbrıslılardan da alınan paralarla finanse edilen bir silah sanayi kompleksi sorunumuz var. Ortak savunma teçhizatları satın alımı diye sözü edilen teşebbüslerin öncelikle Avrupa Birliği’nde bir askeri sanayi kompleksinin geliştirilmesini ve Avrupa Birliği’nde EADS, THALES grupları ve BAE sistemleri gibi temel silahlanma gruplarının kârlarının arttırılmasını hedeflediğine inanıyorum. Bunları Brüksel’de her gün yaşıyoruz. Bu askeri sanayi kompleksi demokratik bir biçimde kontrol edilemez.

Avrupa Silahlanma Örgütü tarafından “savunma teçhizatları satın alımlarında izlenecek kuralların belirlenmesi” özünde gelecekteki bir silah sanayi kompleksi için yeterli silah siparişlerinin devletler tarafından sağlanmasının ve Amerikan silah şirketleri ile işbirliğinin geliştirilmesinin ilk adımını teşkil etmektedir. Avrupa Birliği Sözleşmesi’nin 296. maddesinin bir kenara itilmesinden endişe duyuyorum ve küresel düzeyde silah ihracatıyla ilgili olarak Avrupa Birliği’nin rolünün artırılmasına yol açabilecek olan silahlanma yönündeki uğraşıların hemen sona erdirilmesinde ısrar ediyorum.

AB’yi dünyanın dört bir yanına savaş ihraç edecek hale getirecek, güçlerinin otonom bir şekilde gelişmesine yol açabilecek hızlı bir askerileştirilme sürecini AB yaşamaktadır. Bu hedefe ulaşmak için aşağıda sıralayacağım askeri adımlar atılmaktadır:

a) Petersburg misyonu (Batı Avrupa Birliği tarafından 1992 yılında dile getirilen ve daha sonra silahlı harekâtlar da dâhil olmak üzere 1997 yılında Amsterdam Sözleşmesi’yle kurumsallaştırılan AB’nin siyasi-askeri rolünün ilk çabası) olarak adlandırılan yelpazenin tümü için kullanılacak olan faaliyete hazır 200.000 askerden 60.000 askerlik AB müdahale gücünün oluşturulması

b) Her biri 1.500–2.000 askerden oluşan 18 Avrupa Savaş Grubu’nun (Battle Groups) kısa süre içerisinde oluşturulması

c) Öncelikle ayaklanmalara karşı koyacak olan Avrupa Jandarma Gücü gibi AB’nin paramiliter birimlerinin oluşturulması

d) Askeri bir müdahale sonrası bir ülkenin işgalini üstlenmek için AB’nin siyasi-askeri yapılarının oluşturulması

e) Bir Güvenlik Siyasi Komisyonu, bir Askeri Komisyon, Askeri Personel ve Sivil-Askeri Çekirdek olarak adlandırılan yapı ve NATO modeline göre Harekât Merkezi’nden oluşan Avrupa otonom idari yapılarının geliştirilmesi

f) Avrupa Birliği’nin silahlanması alanında araştırma ve güvenlik için şimdiden büyük mali olanaklar sağlamayı başaran ve Savunma Örgütü olarak bilinen Avrupa Silahlanma Örgütü’nün geliştirilmesi

g) EADS, Thales ve BAE Sistemi gibi yapıların silahlandırılması amacıyla öncelikle büyük silah gruplarının çıkarlarına hizmet edecek ortak silah alım pazarının oluşturulması

h) Araştırma Programı’nın 7. Çerçevesi ile güvenlik ve uzay alanında araştırmalar için ayrı bir başlığın oluşturulması. Bu program ile sadece silahlanma konusunda araştırmalar için önümüzdeki yedi yıl içinde Avrupalı vergi mükelleflerinin sırtına 1.6 milyon euro daha fazla yük binecektir.

Sözü edilen Savunma ve Güvenlik Birliği’nin oluşturulması durumunda Avrupa Birliği’nin askerileştirilmesi daha da hızlanacaktır. Bu Birlik ile şu adımlar atılacaktır:

a) Uzay teknolojisinin desteklenmesiyle askeri yeteneklerin geliştirilmesinin daha da cesaretlendirilmesi.

b) Silah alanında ortak pazarın tamamlanması

c) Bütün Avrupa’da silahlanma harcamalarının ve askeri harcamaların daha da artmasına yol açacak olan AB askeri bütçesinin oluşturulması

d) Aynı zamanda kalkınma politikası, dış politika ve güvenlik politikası gibi farklı alanlarda yetkili olacak bir AB Dışişleri Bakanlığı’nın oluşturulmasıyla olası yetkilerin bir merkezde toplanması (Bu da dış politika ve güvenlik politikasıyla ilgili yatay olarak ayrımına son verilmesi demektir)

e) Terörizme karşı mücadelede önleyici ortak askeri faaliyet adı altında bir şart konulması

f) Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası için gerçek yetki ve karar alma merkezini teşkil eden Siyasi ve Güvenlik Komisyonu’na (PSC) daha fazla karar alma yetkisi verilmesiyle parlamenter denetiminin altının oyulması

Belirtmiş olduğum gibi:

Konsey bir müdahale anlayışı üzerinde mutabakat sağlamıştır. Buna, bu amaç için askeri yeteneklerin geliştirilmesi de dâhildir.

 

Savaş Grubu

Bir krize tepki olarak AB’nin örgütlü güçlerinin üst düzeyde hazırlık yeteneğinin geliştirilmesi Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın, AB’nin askeri yeteneklerinin geliştirilmesinin ve 2010 Temel Siyasi Hedefi’nin özünü teşkil etmektedir. Bu yetenek, NATO ve NATO Acil Müdahale Gücü gibi NATO girişimleriyle tam bir birbirini tamamlama ve karşılıklı güçlendirme ile geliştirilmektedir.

22 Kasım 2004’te yapılan Askeri Yetenek Taahhüdü Konferansı’nda üye devletler öncelikle Avrupa Birliği’nin 13 Savaş Birimi’nin oluşturulması konusunda yükümlülük üstlendiler. Bir Savaş Birimi’nin bir acil müdahale harekâtını üstlenmesi olanağına daha şimdiden ulaşılmıştır.

İlk Savaş Birimleri’nin tam harekât hazırlığının 2007 yılına kadar tamamlanması programlanmaktadır. Bir Savaş Birimi’nin aynı anda iki acil müdahalede bulunmayı ve bunları aynı zamanda gerçekleştirmeyi üstlenme yeteneğine AB sahip olmalıdır. Böylesi bir gücün oluşturulmasına ilişkin özellikler geliştirilmiştir.

AB’ye tam üye olmayan, henüz aday ülke durumundaki NATO üyesi ülkelerin Savaş Birimleri’nde yer alması için Yunanistan, Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs’tan 2007 yılının ikinci altı ayına kadar hazır olacak bir birim ile Türkiye, Romanya ve İtalya’dan 2010 yılına kadar hazır olacak bir birimi içeren toplam 18 Savaş Birimi’nin oluşturulması düşünülmektedir.

 

Bu Savaş Birimleri NATO ile çok yakın bir şekilde çalışacaktır  

NATO’nun Acil Müdahale Gücü gibi, NATO inisiyatifleriyle karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir şekilde, AB gereksinimlerin çakıştığı yerde, askeri araçların ve yeteneklerini geliştirilme üzerine yoğunlaşmış durumdadır. AB ve NATO üyeliği kimliklerinin ya da Barış için Ortaklık ve NATO üyeliği kimliklerinin çakışmaları sonucu, AB üyesi ülkelerin geliştirdikleri güçler arasında gerekli sonuç alıcılık öncelikle her bir ülkenin sorumluluğunu teşkil etmektedir.

Yönetim merkezi ya bir ulusal komutanlığa ya da Brüksel’deki sivil-askeri çekirdeğe yerleştirilecektir.

Javier Solana’nın sorumluğunda bir çekirdeğin faaliyeti sivil olarak anılan harekâtların koordinasyonuna yardım edecek ve AB’nin bir otonom askeri harekâtının planlama ve faaliyet yeteneğinin güçlenmesinden sorumlu olacaktır. Çekirdeğin unsurları AB’nin bir otonom harekâtını yürütme görevine sahip olan ulusal komutanlığı güçlendirebilir.

Bu, AB’nin askeri müdahaleleri planlama yeteneğini güçlendirilmesi ve krizlere karşı koymada siyasi mekanizmaların ve polis mekanizmalarının daha fazla askerileştirilmesinin sağlanması yönündeki uğraşısında ek bir adımdır.

 

“Berlin +” (Berlin Plus) – NATO’ya yakınlaşabilmede en yakın ilişki 

Genel Sekreter/Yüksek Temsilci’yle ve NATO Genel Sekreteri’yle 17 Mart 2003 tarihinde üzerinde anlaşmaya varılan AB ve NATO arasındaki kalıcı ilişkilere dair bütünsel çerçeve iki örgüt arasındaki ilişkilerde önemli bir durağı teşkil etti.

AB ve NATO bir istihbarat güvenliği anlaşmasını onayladılar. 

Bir kriz NATO’nun tesislerini ve olanaklarını kullanan AB tarafından yöneltilen bir harekâta yol açtığında, AB ve NATO “Berlin Plus” diye anılan düzenlemeleri dayanak alacaktır. Bu düzenlemeler, direkt olarak harekâtlarla ilişkili olan ve NATO’nun planlamasına AB’nin erişimi, NATO’nun Avrupa idari tercihleri ve NATO’nun tesislerinin ve olanaklarının kullanımıyla da bağlantılı olabilecek üç temel unsuru kapsamaktadır.

Konsey’in internet sayfasında şunlar okunabilir:

“Birincisi, NATO planlamasına AB’nin erişimi NATO tarafından garanti edilmektedir. İlk aşamalarda, olası bir harekâtın yapılıp yapılmayacağını AB’nin henüz bilmesinden önce, bu (“askeri stratejik tercihler” olarak bilinen) tercihlerin netleşmesiyle ilgili olarak AB’nin askeri personeli tarafından yapılan işe (Avrupa’daki Müttefik Güçler Yüksek Komutanlığı – SHAPE tarafından) NATO’nun bir katkısının olması koşulu olabilir. Dolayısıyla, NATO tesisleri ve olanaklarının kullanılmasıyla harekâtın gerçekleştirilmesi durumunda, NATO gerekli faaliyet planlamasını sunacaktır.

İkinci olarak AB tarafından yöneltilen bir askeri harekât için AB, NATO’nun bir Avrupa komutanlığı tercihi sunmasını NATO’dan isteyebilir. Böyle bir durumda, Avrupa’daki İttifak Güçleri’nin en üst düzeydeki komutan vekili (DSACEUR) AB Harekâtları Komutanı olmak için ana adaydır. AB Harekât Komutanlığı’nın içerisinde oluşturulacağı Avrupa’daki Müttefik Güçler Yüksek Komutanlığı’nda (SHAPE) kalacaktır. AB Çekirdek Komutanlıklarına ya da harekâtlara yerleştirilecek olan AB tarafından belirlenen geri kalan (AB Güçleri Komutanlığı ve Komutanı gibi) idari unsurlar NATO ya da AB’ye üye devletler tarafından sağlanabilir.

Üçüncü olarak, AB NATO’nun tesislerini ve olanaklarını kullanmayı isteyebilir. Bu amaca yönelik olarak, AB’nin ihtiyaç duyması durumunda NATO’nun AB’ye sunma kararı alacağı tesislerinin ve olanaklarının bir ilk listesi NATO tarafından oluşturulmuştur. Buna ek olarak NATO, tesislerinin ve olanaklarının AB’ye sunulması için bazı ilkeler ile ekonomik ve hukuki sebepleri de belirlemiştir. Bu çerçevede, AB ile NATO arasında NATO’nun tesislerini ve olanaklarını kullanma koşullarını belirleyen somut bir anlaşma belirli bir harekât için planlanmaktadır. Böylesi bir anlaşma, özellikle öngörülemeyen durumlar nedeniyle – örneğin NATO’nun 5. Maddesi çerçevesinde (Bu Madde’de NATO üyesi bir ülkeye saldırıda bulunulması durumuna değinilmektedir) yardım istenmesi nedeniyle – tesislerin kullanımı kararının bozulması olasılığını öngörmektedir.

NATO, AB ve İstekliler İttifakı için savaşmayalım, onların savaşlarında yer almayalım. ABD ve AB’nin büyük devletlerinin çıkarları için Irak, Afganistan, Kongo ve Lübnan’da savaşmayalım. Bu yeni Avrupa – Atlantik emperyalizminin ve yeni sömürgeciliğin politikalarına karşı savaşalım. Bunu ben burada güzel adanızda kendi deneyimimle tespit ettim. Ağrotur askeri üssünü ziyaretimiz sırasında, Orta Doğu savaşı için alt yapıyı sunan bu İngiliz askeri üssünün AB toprağı sayılmadığını – yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin denetimi altında olmadığını – ve bu nedenle de terk etmemiz gerektiğini söylediler. Kendi savaşlarını hazırlamak amacıyla istediklerini yapmak için ülke dışı rejimleri yaratan yeni sömürgeciliğin ve militarizmin anlamlarını ve aralarındaki bağlantıyı o zaman anlayabildim. Buna son verilmelidir. Bu kolay olmayacak ve zamana ihtiyaç olabilir, fakat en önemli olan savaş halinden başka bir şey olmayan statüko ile uzlaşmamaktır.

PREV

Uluslararası Gelişmeler