Home  |  Açıklamalar   |  Faşizme Karşı Halkların Zaferi’nin 80. Yıldönümü’nde gerçekleştirilen etkinlikte AKEL Genel Sekreteri Stefanos Stefanu tarafından yapılan konuşma  

Faşizme Karşı Halkların Zaferi’nin 80. Yıldönümü’nde gerçekleştirilen etkinlikte AKEL Genel Sekreteri Stefanos Stefanu tarafından yapılan konuşma  

 

 

Bugün Halkların Anti-Faşist Zaferi’nin 80. yıl dönümünü kutluyoruz. 9 Mayıs 1945 tarihi II. Dünya Savaşı’nın sadece sona erdiği gün demek değildir. Ayın zamanda faşizme geçit vermemek için milyonlarca insanın kanının akıtıldığı vahşete son verildiği 20. yüzyılın en önemli dönüm noktalarından biridir.

 

Hitler karşıtı cephede birleşen yaklaşık 60 milyon insan Barış, Özgürlük ve Demokrasi için mücadele uğruna canlarını feda ettiler.

 

Bugünkü etkinliğimizle, faşizmin saldırılarına karşı tüm halkların mücadelelerini, direnişlerini ve fedakarlıklarını saygıyla anıyoruz.

 

Hitler karşıtı ittifakta yer alan her ülkenin katkısını tanıyor ve onurlandırıyoruz.

 

Yunanistan gibi, küçük ülkelerin eşsiz kahramanlıklarla kazandıkları büyük zaferler için takdir ve hayranlığımızı ifade ediyoruz.

 

Avrupa’da, Kuzey Afrika’da, Çin’de, Güneydoğu Asya’da, Pasifik ve Atlas Okyanusu’nda savaşın seyrini belirleyen büyük muharebeleri hatırlıyoruz.

 

Anti-Faşist Zafer başta Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere olmak üzere devletler arası işbirliğinin ve ortaya koyulan muazzam çabanın sonucuydu. İnsanlık, ideolojik ve siyasal farklılıkları aşıp, ortak idealler ve değerler etrafında birleşerek, faşizm canavarını yenmeyi başardı.

 

Bununla birlikte tarihi objektif bir yaklaşımla okuyan herkes, faşizme karşı ittifakta yer alan ülkelerin hiçbirinin katılımını ve katkısını küçümsemeksizin, savaşın asıl yükünü Sovyetler Birliği’nin omuzladığını gözlemlemeden edemez.

 

Dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in 1942’de “Savaşın ana yükünü Sovyetler Birliği kaldırıyor. Geri kalan tümümüzün toplamından daha fazla Nazi öldürüyorlar ve daha fazla teçhizatı imha ediyorlar” demiş ve savaşın bitmesinden kısa bir süre önce şunu da eklemişti: “Sovyetler Birliği savaşta çok büyük fedakarlıklar yaptı, ağır ve kanlı bir bedel ödedi, biz Sovyetler Birliği’ne saygı ve işbirliği borçluyuz”.

 

Gerçekten de savaşın sonucu Sovyet-Alman cephesinde belirlendi. Moskova’da, Stalingrad’da, geri sayımın başladığı Kursk’ta ve en sonunda Hitler faşizminin sonlandırıldığı Berlin’de. Nazi vahşetine son verme mücadelesinde yirmi milyondan fazla Sovyet vatandaşı canlarını feda etti.

 

Anti-Faşist Zaferi saygıyla anarak ve onurlandırarak, aynı zamanda faşizme karşı bu devasa çabaya katılan tüm Kıbrıslıları da saygıyla anıyor ve onurlandırıyoruz. Hitler faşizmine karşı mücadelede Kıbrıs’ın, nüfusuna oranla, en büyük katılımlardan birine sahip olmasından gurur duyuyoruz. Kıbrıslırum-Kıbrıslıtürk- Maronit-Ermeni ve Latin, 30 binden fazla Kıbrıslı savaşa katıldı. 600’ü aşkın Kıbrıslı canlarını feda etti ve 16 farklı ülkede 56 askeri mezarlığa gömüldü.

 

Partimizin kadrolarının, üyelerinin ve dostlarının anti-faşist mücadeleye katılımından özellikle gurur duyuyoruz. Faşizme karşı mücadeleye kitlesel katılım yönünde AKEL Merkez Komitesi’nin aldığı 16 Haziran 1943 tarihli kararla Parti liderliğinin neredeyse tüm kadroları da dahil olmak üzere 800’den fazla Parti üyesinin gönüllü olarak savaşın sürdüğü cephelere gitmek için başvurmaları Partimizin yüzyıllık tarihinde parlak bir sayfayı teşkil etmektedir.

 

Bu karar hem enternasyonalist hem de yurtsever olan bilinçli bir siyasi eylemdi ve Kıbrıslıları dünya halklarıyla birlikte küresel özgürlük mücadelesine katılmaya çağırıyordu ve aynı zamanda faşizme karşı mücadeleyi Kıbrıs’ın sömürgecilikten kurtuluşu mücadelesiyle birleştiriyordu.

 

Anti-faşist zafer demokratik insanlığın kolektif çabasının sonucudur. Dünyayı kana bulayan faşist güçlere karşı mücadelede milyonlarca insanın büyük fedakârlıklarının sonucudur. Faşizm doğası gereği kan ve öldürmekle beslenir; savaşlar ve çatışmalarla beslenir. Nefretle, hoşgörüsüzlükle, ırkçılıkla, milliyetçilikle, ırk ayrımcılığıyla, insanlık düşmanı algılarla beslenir. İşte bu yüzden de uygar insanlığa karşı bu kadar saldırgan ve tehlikelidir.

 

Özellikle günümüzde, aşırı sağın Avrupa’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde siyaset sahnesine geri döndüğü koşullarda, faşizme karşı hiçbir şekilde hoşgörü gösterilemez ve suskun kalınamaz. Suskunluk ve hoşgörü faşizmin tehlikeli ve yıkıcı faaliyetlerini besler.

 

Winston Churchill tarihin derinliklerinden şu trajik gözlemiyle bizi uyarıyor: “Nazi gangsterlerinin sıfırdan korkunç bir savaş makinesini yıllar boyunca inşa etmelerine biz İngilizler ve uygar dünyanın geri kalanı aptalca, pervasızca, saçma bir şekilde izin verdik” diyordu ve Dışişleri Bakanı Lord Halifax da şu sözleri ekliyordu: “Eğer Hitler’e Ren bölgesini istila etmesinin ardından geri çekilmesini dayatmış olsaydık, daha sonrasındaki gücünü elde edememiş olacaktı“.

 

Ama bu yapılmadı. Yapılan, Hitler faşizminin saldırganlığını ve yayılmacılığını besleyen yatıştırma politikasının öne çıkarılmasıydı. Geçmişte yapılan hataları bugün tekrarlamayalım çünkü insanlık yine ağır bedeller ödeyecektir. Aşırı sağ sanki diğer tüm siyasi güçler gibi görülemez. Ve daha da kötüsü aşırı sağ, bazı siyasi güçlerin iktidara gelmeyi güvence altına almaları veya halk karşıtı ve antidemokratik politikaları öne çıkarmaları için yedek gücü teşkil edemez. Bu durum maalesef Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşanıyor.

 

II. Dünya Savaşı’nda halkların anti-faşist zaferi, özellikle Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla, kolektif bir güvenlik sisteminin oluşturulmasının ve uluslararası hukukun temel ilkelerinin kurumsallaştırılmasının yolunu açtı.

 

Böylece uluslararası güvenlik ve işbirliği sisteminin işleyişinde temel ilkeler kabul edildi ve devletlerin bağımsızlığına, egemenliğine, toprak bütünlüğüne saygı ilkesi, müdahale etmeme ilkesi, her halkın kendi kaderini tayin hakkı ve kendi yolunu seçme hakkı bunlar arasında yer aldı.

 

Şiddet kullanma ve şiddete başvurma tehdidinde bulunma uluslararası hukukun temel ilkelerinin ve kati kurallarının bariz bir biçimde ihlali olduğu ve her türlü anlaşmazlığın çözümünde ilk seçeneğin her zaman diplomatik diyalog olması gerektiği uluslararası toplumun bilincinde yer etmesi yönünde temeller atıldı.

 

Anti-faşist zafer, sömürgecilikten kurtuluş süreçlerini tetikledi. Yaklaşık otuz yıl içinde sömürgecilik sistemi çöktü ve uluslararası toplum çok sayıda yeni devleti kucakladı. Bu sürecin ve Kıbrıs halkının özgürlük mücadelesinin sonucu 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu oldu ve Kıbrıs Cumhuriyeti Bağlantısız Devletler Hareketi katıldı.

 

Anti-faşist zaferin tetiklediği tüm bu süreç ve gelişmeler, savaş sonrası dünyada büyük beklentiler yarattı, ancak bu beklentiler ne yazık ki gerçekleşmedi. Anti-faşist zaferi izleyen yıllarda, sorunların barışçıl ve diplomatik yollarla çözülmesi çabasının ve uluslararası hukukun, barışın, dayanışmanın ve adaletin hâkim olduğu daha iyi bir dünya beklentilerinin karşılanmadığı bir gerçektir.

 

Sıcak savaş yerini Soğuk Savaş’a bıraktı ve nükleer çağda bir terör dengesi oluştu. Genelleştirilmiş savaşın ardından daha küçük boyutlu, yerel ve bölgesel savaşlar yaşandı ve bunların da çok ölümcül ve yıkıcı olduğu ortaya çıktı. 1945’ten günümüze kadar 250’den fazla savaş, müdahale, istila, çatışma, iç savaş ve soykırım yaşandı ve 60 milyondan fazla, neredeyse II. Dünya Savaşı’ndaki kadar insan hayatını kaybetti.

 

Günümüz dünyasında durum daha da endişe verici olmaya devam ediyor. Jeopolitik gerginlikler ve çatışmalar zirvede. Çoğu kez güçlünün hukuku uluslararası hukukun yerini alıyor.

 

BM’nin rolü sürekli olarak zayıflatılıyor ve etkisizleştiriliyor. Güçlülerin çıkarlarına göre ayarlanan çifte standartlı politikalar çoğu zaman ikiyüzlülüğün ve kibrin damgasını vurduğu tavır ve tutumları belirliyor. Kıbrıs’ın da bu tür politikaların kurbanı olduğunu üzülerek belirtmek isterim; Kıbrıs, 1974 yılından bu yana istila ve işgal mağduru olarak hakkını savunmaya çalışmaktadır.

 

Uluslararası örgütler, uluslararası diyalog ve işbirliği süreçleri geriletiliyor.

 

Aşırı sağ ve neo-faşizm tehlikeli bir şekilde yükseliyor.

 

Uluslararası ilişkilerin militarizasyonu görülmemiş bir hızla artıyor.

 

Büyük çıkarlar, görülmemiş bir saldırganlıkla, hatta halkların haritadan silinmesine kadar varan bir şiddetle savaş çılgınlığını sürdürülmesine yol açıyor.

 

Devletlerin içişlerine bazen üstü örtülü, bazen de açıktan yapılan müdahaleler yeni, kanlı çatışmalara yol açıyor.

 

Ülkelerin içerisinde olduğu kadar, eyaletlerin ve coğrafi bölgelerin arasında da ekonomik eşitsizlikler artıyor. Son on yılda ardı ardına gelen krizlerin yarattığı ekonomik ve sosyal koşullar, iki dünya savaşı arasındaki dönemi hatırlatıyor.

 

İnanılmaz servetin üretildiği günümüz dünyasında 750 milyondan fazla insan aşırı yoksulluk ve açlık koşulları altında yaşıyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlası temel sağlık hizmetlerine erişemiyor, 2,2 milyar insan suya güvenli erişimden mahrum. Bunlar, içler acısı bir dünya tablosu çizen istatistiklerden sadece birkaçı. Üretilen servetin giderek daha da küçük bir azınlığın elinde toplandığı ve dünya nüfusunun çoğunluğunun yoksulluğa, sefalete ve umutsuzluğa doğru itildiği aşikâr.

 

Dünya çapında kaynaklar mevcut ve aslında durumun iyileştirilebilmesi ve eşitsizliklere, dev sosyoekonomik sorunlara karşı koyulabilmesi için bol miktarda var. Askeri harcamalara ne kadar harcandığını bir düşünelim. Bugün askeri harcamalar 2,44 trilyon dolara vararak tarihi bir zirveye ulaştı.

 

2014-2023 yılları arasında küresel askeri harcamalar reel olarak %27 oranında arttı. Bu durum, küresel güvenliğin bozulduğunu ve jeopolitik gerginliklerin arttığını yansıtıyor.

 

Küresel alanda, insanların refahından ziyade kâr odaklı politikalar hâkim. Bu politikalar iki zenginlik kaynağını yok ediyor: İnsanı ve çevreyi. Böylece insanlığın geleceği mahvediliyor.

 

Bu durumda silahlanmaya ve militarizasyona değil; eşitsizliklere karşı mücadeleye ve toplumsal uyumun güçlenmesini sağlayacak ekonomik kalkınmaya önem verilmeli ve bunun perspektifi yaratılmalıdır. Ancak hâkim çevreler barışa yatırım yapmak yerine savaşları finanse ediyorlar ve silahlanmayı arttırıyorlar. Ekonomik kalkınmaya ve insanların ilerlemesine yatırım yapmak yerine, insanların öldürülmesi için askeri sanayiye yatırım yapıyorlar.

 

Biz bu politikalara katılmıyoruz. Avrupa Birliği liderliğinin sosyal politika fonlarından kesintiler yapılarak eşitsizlikleri daha da derinleştirecek, sosyal ve ekonomik sorunları katlayarak arttıracak olan askeri harcamaların büyük oranda arttırılmasına yönelik kararıyla ortaya koyduğu politikaya da katılmıyoruz. “Askeri sanayiye yatırım yapmanın ekonomik büyümeyi getireceği ve istihdam yaratacağı” şeklideki yaklaşımların yanı sıra “Barış istiyorsan savaşa hazır ol” gibi söylemlerin ne kadar tehlikeli olduğunu tarihsel deneyimler kanıtlamıştır.

 

Bu konuda, ABD’nin 34. Başkanı Dwight David Eisenhower’ın Amerikan halkına veda ederken ve bayrağı bir sonraki Başkan John F. Kennedy’ye devrederken yaptığı son tarihi konuşmada dile getirdiği düşüncelerden bazılarını izninizle sizinle paylaşmak istiyorum. O kendine özgü bir tavırla şöyle demişti: “Askeri-sanayi kompleksinin, isteyerek veya istemeyerek, haksız nüfuz elde etmesine karşı dikkatli olmalıyız. Yanlış yönlendirilen bir gücün yıkıcı yükselişi olasılığı mevcuttur ve var olmaya devam edecektir… Savaş için hazırlık normal görülmeye başlandığında, barışın önemi azalır”. Bu sözlerin sahibi II. Dünya Savaşı’nın bir generalidir.

 

Dolayısıyla uluslararası toplumu Hitler faşizmine karşı birleştiren, mücadelenin ateşini canlı tutarak Antifaşist Zafer’e giden yolu aydınlatan ve kolektif rotayı yeniden tanımlayan idealleri ve değerleri uluslararası toplumun yeniden düşünmesinin artık zamanı gelmiştir. Elbette ki, anlaşmazlıkların çözümünde tek silah olarak diyaloğa, diplomasiye, işbirliğine ve uluslararası hukuka başvurarak. Günümüzün zorluklarına yanıt vermek için insanlığın bilgi birikimine ve tarihsel deneyimine, sahip olduğu uygarlığa uygun bir biçimde hareket ederek.

 

Devletler ve halklar barış, özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği, eşitlik, adalet ve Anti-Faşist Zafer’in değerlerinden ilham alarak harekete geçmelidirler.

 

AKEL bu mücadelede öncü oldu ve öncü olmaya devam edecektir. Adil ve barışçıl bir dünya için mücadeleyi kendi evimizden, Kıbrıs’tan başlayarak vermeye devam edeceğiz. BM’nin ilgili kararlarında belirtilen ve üzerinde anlaşmaya varılmış olan zemin ve çerçeve temelinde Kıbrıs sorununun barışçıl çözümü için, Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ortak vatanı, barış ve refah içerisindeki bir Kıbrıs için çabalarımızı istikrarla ve tutarlılıkla sürdüreceğiz.

 

Faşizme karşı savaşanların anısı ebediyen yaşayacaktır!

 

Kıbrıslı antifaşistlerin anısı ebediyen yaşayacaktır!

 

PREV

Antifaşist zaferin 80. yılında 9 Mayıs faşizme karşı mücadele için bir uyanış çağrısıdır

NEXT

AKEL Merkez Komitesi Genel Sekreteri Stefanos Stefanu’nun Cumhurbaşkanı’na Yanıtı