1974’ün kara yıldönümlerinde Temsilciler Meclisi’nin özel oturumunda AKEL Merkez Komitesi Genel Sekreteri Stefanos Stefanu’nun yaptığı konuşma
Atina Cuntası ve EOKA B’nin faşist darbesine karşı duran, aynı zamanda 1974 trajedisi öncesinde ülkemizi kana bulayan Grivas Örgütü’nün cani faaliyetlerine karşı direnen demokratik direnişçilere AKEL adına öncelikle saygı ve şükranlarımı sunmak isterim.
Darbenin ihanetine rağmen silah ve imkân bakımından yetersiz şartlar altında Attila ordularına karşı duran ve vatanımızı yıkımdan kurtarmaya çalışan binlerce yurtsevere AKEL adına saygı ve minnet duygularımı ifade ediyorum.
Faşist teröre ve darbeye karşı direnişte canlarını feda eden kahramanları ve Türkiye’nin istilası sırasında hayatlarını kaybedenleri saygıyla anıyoruz. Kayıpların aileleriyle, savaşta yaralananlarla ve sakat kalanlarla, Türkiye zindanlarında dehşeti yaşayan esirlerle, kendi yurdunda mülteci olanlarla, işgal altındaki bölgede mahsur kalanlarla, mağdur olanlarla AKEL adına dayanışmamızı ifade ederim.
Tüm bu insanlar, darbe ve istilayla işlenen çifte suçun kurbanlarıdır. Darbe ve istila, 1971 yılında NATO Dışişleri Bakanları’nın Lizbon Zirvesi’nde belirlenen planın parçalarıydı. Bu senaryo, Türkiye’nin müdahalesi için bahane sağlayacak şekilde Makarios’un devrilmesini öngörüyordu. Böylece, NATO İttifakı’nın —özellikle İngiliz ve Amerikalıların— Orta Doğu’daki çıkarlarına tamamen hizmet edecek olan taksim dayatılacaktı.
1974 Temmuz’unda işte tam da bu yaşandı. Cunta’nın denetimindeki Ulusal Muhafızlar Cumhurbaşkanlığı’na saldırdı ve darbe, kritik bölgelerde fiilen uygulamaya kondu. EOKA B üyesi Kıbrıslı darbeciler şehirlerde ve köylerde tutuklamalara ve tasfiyelere başladı. Solcuları ve sadece onları da değil, birçok insanı hedef aldılar, insanlar hapsedildi, işkence gördü, öldürüldü. Tüm bu suçları işleyenler biliniyor, ama onlar Makarios’un beraberinde getirdiği “zeytin dalının” ardına saklandılar. Nihayetinde yaşanan temizlik parodisiyle cezalandırılmadılar.
Darbe sırasında ellerindeki Kalaşnikof’larla “kahraman” kesilenler Türkiye’nin istilası başladığında cephe gerisine saklanıp, başkalarını istilacıya karşı savaşmaya gönderdi.
İşgal sırasında bile solculara ve demokratik direnişçilere saldırmaya, onları tutuklamaya devam eden darbeciler oldu. Türkiye’nin istilası başlamışken birçok kişiyi haftalarca hapiste tuttular.
Doros Loizu’nun öldürülmesi darbe sonrası dönemde EOKA B’nin cani faaliyetlerinin doruk noktasıdır.
Bütün bunlar yaşanmışken, Kıbrıs’ta hâlâ darbenin güya bir “iç çatışma” ve olaylarda “şiddet ve karşı şiddet” olduğu iddiasını sürdüren çevreler var.
Soruyorum: EOKA B’ciler yasadışı faaliyetlerini sürdürürken, 14 yaşındaki Kiryakos Papalazaros’u ağzından vurarak öldürdüğünde, bu çocuk ne tür bir “karşı şiddet” uygulamıştı?
Larnaka’da Ay Yanni’de öldürülen, aralarında bir çocuk ve bir gencin de olduğu dört kişi, hangi karşı şiddeti uygulamıştı da silahlı darbeciler tarafından katledildiler?
Ay Tihonas’ta hunharca öldürülen dört kahraman hangi karşı şiddeti uygulamıştı?
Onların hiçbiri silahlı değildi. Tıpkı silahsız olmasına rağmen darbeciler tarafından öldürülen Kostas Mişaulis gibi…
Cumhurbaşkanlığı’na saldırmayı reddettiği için sırtından vurularak öldürülen Sotiris Konstantinu ne tür bir karşı şiddet uygulamıştı?
Bunlar saymakla bitmez.
Darbe “iç savaş” olarak adlandırılamaz çünkü bir tarafta meşru devlet vardı, diğer tarafta ise onu yıkmaya çalışanlar.
Darbecilerin hedefi demokrasiyi yıkıp diktatörlüğü dayatmaktı, direnişçilerin hedefi ise demokrasiyi savunmaktı.
Darbeciler Kıbrıs Cumhuriyeti’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı Başpiskopos III. Makarios’u tutuklamayı ve öldürmeyi hedefledi; direnişçiler ise onu savundu.
Kimilerinin iddia ettiği gibi, darbe ne “çılgınların” bir hareketi de bir “düşüncesizce” yapılmış bir hareket değildi. Çünkü darbe yapıldığı takdirde Türkiye’nin müdahale edip Kıbrıs’a istilasını başlatacağı açıkça biliniyordu.
Sayısız uyarı, açıklama, yayın ve somut bilgi vardı.
Dolayısıyla darbenin sonuçları konusunda hiçbir darbeci “bilmiyordum” diyemez.
Darbe en ağır biçimde vatana ihanettir ve buna öncülük eden herkes en ağır ihaneti işlemiştir.
Darbecilerin mevcut savunma planlarını uygulamamakla kalmayıp, ilk çıkarma dalgasını püskürtme görevini üstlenmiş birlikleri de sorumluluk alanlarından uzaklaştırmaları işlenen ihanetin büyüklüğünü apaçık göstermektedir. Üstelik onlar istilanın ilk kritik saatlerinde direniş gösterilmesini de yasakladılar.
Bu saatlerin ne kadar hayati olduğunu, istilaya katılan Türk subaylarının tanıklıklarını içeren kitabında gazeteci Anna Andreu ayrıntılı biçimde anlatıyor.
Türk tarafı, eğer en başından itibaren en azından temel bir direniş gösterilmiş olsaydı çıkarmanın başarılamayacağından ciddi şekilde endişeliydi. Fakat bu direnişe darbeciler izin vermedi.
“İç savaş”, “şiddet ve karşı şiddet” veya “darbe bir grup çılgının işiydi” gibi ifadeler darbenin suç niteliğindeki siyasi karakterini bulanıklaştırmakta, failleri ve kurbanları eşitlemekte, Kıbrıs’ın yaşadığı trajedide NATO güçlerinin oynadığı rolü örtbas etmekte, ihaneti açıkça kınamaktan kaçınmakta ve tarihsel gerçekleri tehlikeli bir şekilde çarpıtmaktadır.
Tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ahlaksızlıktır ve hem darbeye karşı direnenlere hem de halkımızı Attila’nın gazabından kurtarmak için hayatını feda edenlere karşı yapılan hakarettir – hele ki bu tür sözler resmî ağızlardan duyulduğunda…
Tarih, ancak tahrif edilmediğinde ve çarpıtılmadığında geleceğe giden yolda doğru bir pusula olur.
Ağır yanılgılar, milliyetçilik, antikomünizm ve hoşgörüsüzlükle yoğrulmuş politikalar felakete yol açtı.
Enosis adına, “Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi” adına kendilerini aşırı vatansever, diğerlerini hain ilan edenler Türkiye’ye müdahale için bahane sundular.
Bu tehlikeli ideolojik saplantılar yeniden ortaya çıktığında – ve günümüzde aşırı sağın yeniden baş kaldırmasıyla bu yaşanıyor – yeni trajedilerle karşı karşıya kalma tehlikesi doğar. Buna izin vermemeliyiz.
Elli bir yıl sonra bile Kıbrıs, Türkiye’nin işgali ve işgalin sonuçlarıyla yaşamaya devam ediyor.
İşgalci güç Kıbrıs sorununda çözüme ulaşılamadan geçen zamanı hem toprak üzerinde hem de insanların zihninde bölünmeyi kalıcı hâle getirmek için kullanmakta ve bu da bölünmenin kalıcılaşmasını her zamankinden daha büyük bir tehdit hâline getirmektedir.
Zaman tükeniyor, Kıbrıs sorununda tarihin en uzun süren çıkmazı devam ediyor ve Türk tarafı – Türkiye ve Kıbrıslıtürk liderlik – artık resmen iki devletli çözümü savunuyor.
Böylesine olumsuz bir tabloda, eğer taksimi gerçekten reddediyorsak ve bu duruma razı olmadığımızı söylüyorsak, politikamızın belirli unsurlara sahip olması gerekir:
- İster çözümün temelini oluşturan iki bölgeli iki toplumlu federasyon olsun, ister Kıbrıs sorununun belirli başlıklarında sağlanan yakınlaşmalar olsun, yıllar boyu müzakerelerde üzerinde uzlaşılmış konularda tutarlılık ve kararlılık. Çözüm zemininin veya yakınlaşmaların terk edilmesi bizi bölünmenin kalıcılaşmasına daha da yaklaştırır.
- Müzekerelere Crans Montana’da kalınan yerden devam edilmesini açık, net ve tereddütsüz biçimde savunmalı ve Guterres Çerçevesi’nde üzerinde anlaşmaya varılması gereken tüm meseleleri görüşmeye hazır olmalıyız.
- Çıkmazın aşılması ve müzakerelerin yeniden başlatılması için gerekli motivasyonu ve dinamizmi yaratacak olumlu bir gündem oluşturulmalıdır.
- Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından iki toplum arasındaki güven ilişkilerini güçlendirecek güven artırıcı politikalar geliştirilmeli ve Kıbrıslıtürk toplumuna yönelik somut adımlar atılmalıdır.
Tutarlılığımızla, duruşumuzdaki istikrarla ve somut inisiyatiflerle güvenilirliği inşa edebiliriz, ikna edici olabiliriz ve bölünmenin kalıcılaştırılması yönünde adım adım sürüklenmekten fayda sağlayan Türkiye’nin önüne geçebiliriz.
New York görüşmesi öncesinde ve mevcut düşük beklentilere rağmen, biz iyi niyetle ve müzakereye hazır şekilde orada olmalıyız.
Her şey bize bağlı olmayabilir, anahtar Türkiye’dedir. Ancak biz her seferinde elimizdeki tüm olanakları kullanarak, süreci statükoyu beseleyecek yönde değil, çözüm yönünde ilerletmeye çalışmalıyız.
Umuyoruz ki New York görüşmesinden çıkacak sonuç, çözüm perspektifini canlı tutacak nitelikte olur.
AKEL, Kıbrıs sorununun çözümünü birinci siyasi önceliği olarak görmeye ve bu uğurda tüm gücüyle mücadele etmeye devam edecektir.
Kıbrıs’a karşı işlenen çifte suçun, darbe ve istiladan elli bir yıl sonra “Unutmuyorum ve Mücadele Ediyorum” kimileri için tozlanmış bir slogan hâline gelmiş olabilir, fakat AKEL için bu bir yaşam taahhüdüdür; gidenlere karşı bir borç, gelecek nesillere karşı bir görevdir.
Elli bir yıl sonra biz hâlâ unutmuyoruz; işgal ordularının ve dikenli tellerin olmayacağı, özgür, yeniden birleşmiş ve barış içinde bir Kıbrıs için mücadeleye devam ediyoruz.
Kıbrıslırumlara, Kıbrıslıtürklere, Maronitlere, Ermenilere ve Latinlere – yani Kıbrıs halkının tümüne ait olan bir Kıbrıs için mücadele ediyoruz. İşte bu bizim vizyonumuzdur, işte bunun için mücadele ediyoruz.
Kahramanlarımıza şan ve şeref!